KIRIK TESTİ

Dine Hizmet Mazhariyeti

Soru: İman ve İslâm çok büyük bir lütuf ve mazhariyet olduğu gibi, iman ve İslâm’a hizmet şuurunun da bu mazhariyetin ayrı bir derinlik ve buudu olduğu ifade ediliyor. Böyle bir mazhariyetin insana yüklediği sorumluluklar ve bu mevzûda dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?
Cevap: İman, inanılması gerekli olan şeylere, aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanma demektir ki böyle bir imanı, bu seviyedeki bir inancı iz’an olarak da ifade edebiliriz. Felsefeciler ve son dönem kelamcılardan bir kısmı imanı her ne kadar sırf bir nazarî mevzu olarak ele alsalar da, onu hareket ve aksiyondan bütün bütün tecrit edip öyle telakki etmek doğru olmasa gerek. Zira o, aynı zamanda, insanın bütün benliğinde duyup hissedebileceği bir kalb amelidir. Evet, bazen bizim gibi avam insanlar bile vicdanlarında Zât-ı Ulûhiyet’i duydukları esnada bir baştan bir başa bütün vücutlarında âdeta imanın ihtizazını hisseder, iç duyuş ve sezişleriyle onu yaşar gibi olurlar. Bu yönüyle ona kalbî ve ruhî bir amel nazarıyla bakılabilir ki bu da imanın sadece nazariyattan ibaret olmadığının bir delilidir.
İslâm’a gelince o, “insanları kendi irade ve ihtiyarlarıyla bizzat hayra sevk eden ilâhî kanunlar mecmuası”nın hayata taşınması, onun realize edilmesidir. Diyanet kelimesiyle de ifade edebileceğimiz bu hakikat, dinin pratiği, hayata hayat kılınmasıdır. Mesela namaz, zekât, oruç, hac gibi emirleri yerine getirmek, mehasin-i ahlâkla donanmak ve aynı zamanda mesavi-i ahlâktan içtinap etmek diyanetin içinde yer alan hususlardır. Bir başka yaklaşımla o, İmam-ı Gazzâlî Hazretleri’nin “münciyât” dediği insanı kurtuluşa sevk eden emirler ve “mühlikât” diye isimlendirdiği insanı helakete sürükleyen yasakların hayata geçirilip yaşanması, temsil edilmesidir.
İ’lâ-yı Kelimetullah
Şartlara göre mücahede-i maddiye veya her zaman yapılması gereken mücahede-i mâneviye şeklinde ortaya çıkan i’lâ-yı kelimetullah vazifesi ise sağlam bir iman ve İslâm anlayışının bir gereği, bir sonucu olarak mütalâa edilebilir. Bilindiği üzere maddî cihad, kural ve kanunlarına uygun olarak ancak şartların gerektirmesine göre yapılır. Temsil ve tebliğle hak ve hakikati dünyanın dört bir tarafına duyurma diyebileceğimiz mânevî mücahede veya emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker vazifesi ise her zaman için söz konusudur. Evet, sağlam bir inançla gönlünü İslâm’a bağlamış bir mü’min, ya insanları mârufa çağırıp sinelerde iyilik ve güzellik çerağları tutuşturur veya kötü ve çirkin şeylerden sakındırıp insanları onlardan uzaklaştırmaya çalışır; ama her hâlükârda bu istikamatte bir cehd ve gayret içinde bulunur.
Gerçi insanlık tarihi boyunca bu hususların hiçbirine hiçbir şekilde müsaade edilmediği dönemler de olmuştur. Öyle ki, ifade hürriyetine tahdit konulup insanların kendi inançlarına göre, güzel gördüklerine “güzel”, çirkin gördüklerine “çirkin” demelerine, bu ölçüde dahi olsa, duygu ve düşüncelerini dile getirmelerine fırsat verilmediği zamanlar yaşanmıştır. Böyle bir duruma maruz kalındığında mârufu emir, münkeri nehiy vazifesi adına geriye sadece kalbî muamele, kalben tavır alma ameliyesi kalır. Kalbî muamele ve kalbî tavır, irtikâp edilen mekarihin tasvip edilip hoş karşılanmadığını şöyle böyle ortaya koymaya çalışmak, bunu hissettirme adına belki o münkeratı irtikâp edenlerle kat’-ı alâka etmek şeklinde anlaşılabileceği gibi kötülük yapanların, yaptıkları o kötülüklerden kurtulmaları için onlara dua etmek şeklinde de anlaşılabilir. Hâsılı, en olumsuz şartlar altında dahi olsa mutlaka i’lâ-yı kelimetullah için yapılması gereken bir kısım vazife ve sorumluluklar söz konusudur.
Farzlar Üstü Bir Farz
Asrımıza gelinceye kadar mârufu emir, münkerden nehiy vazifesi umumiyet itibarıyla farz-ı kifaye olarak telakki edilmiştir. Ancak Üstad Hazretleri, boyunduruğun yere konduğu böyle bir dönemde bu işe sahip çıkılmasına farzlar üstü bir farz nazarıyla bakmıştır. Çünkü günümüzde bu vazife terk edilmiş, ihmale uğramıştır. Hâlbuki onda âmmenin hukuku, umum Müslümanlığın hukuku ve Allah hukuku vardır ve bu sebeple farklı bir önem arz etmektedir. İşte böyle ulvî ve mukaddes bir vazifenin şöyle böyle de olsa bir ucundan tutmak ve ona sahip çıkmak elbette ki bizim için çok büyük bir lütuf ve mazhariyettir; ama sizin de sorunuzda ifade ettiğiniz üzere bu mazhariyetin de beraberinde getirmiş olduğu bir kısım sorumluluklar vardır.

Bu sorumlulukların en başta geleni, böyle bir mazhariyetin farkına varmak, şuurunda olmak ve onu hamd ü şükür duyguları içinde karşılamaktır zannediyorum. Evet, yüreğimiz minnet hisleriyle dopdolu; “

اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى دِينِ اْلإِسْلاَمِ، وَاْلإِحْسَانِ، وَالْقُرْآنِ، وَإِعْلاَءِ كَلِمَةِ اللَّهِ
Allah’ım! Bizi hak din olan İslâm’la şereflendirdiğin, ihsan şuuruyla serfiraz kıldığın, Kur’ân hakikatlerine gönlümüzü açtığın ve dinine hizmet etme gibi bir lütfa mazhar kıldığından dolayı kâinatın zerreleri adedince Sana hamd ü senâ olsun!” demeli ve böyle bir mazhariyetin kıymetini bilmeliyiz. İsterseniz bu hususa Yirmi dördüncü Söz’de geçen “Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır.” açısından da bakabilirsiniz. Çünkü Allah’ın (celle celâluhu) bize olan ihsanları kitaplara sığmayacak kadar çoktur. Evet O’nun lütuf ve nimetlerini detayına girmeden sadece madde başlıklarıyla yazmaya kalksak, o lütuf ve ihsanların cilt cilt kitaplara sığmadığını göreceğiz. Bundan dolayı insanın da, en azından niyet noktasında kitaplara sığmayacak bir azim, kararlılık ve Cenâb-ı Hakk’a karşı minnet duygusu içinde bulunması gerekir.

Nimet Sağanağı
İman, İlahi İrade’nin insanın kalbinde yaktığı bir nurdur; bu sebeple hiçbirimiz onu kendi muhassala-i efkârımızla kazandığımızı iddia edemeyiz. Belki yanı başımızda büyüyen kardeşimiz, akrabamız inkâra sürüklendi de Allah (celle celâluhu) bize imanı nasip buyurdu. Çevremizde görüyoruz ki, zâhire bakan yönü itibarıyla, hayatı, eşya ve hâdiseleri çok iyi yorumlayan bir sürü akıllı kişi var. Ancak bu devasa dimağlar, bizim gibi sıradan insanların anlayıp tasdik ettiği hakikatleri bir türlü anlayıp kabullenemiyorlar. Ömürlerini hakikatlerden uzak bir hâlde geçiriyor, imanın vaad ettiği güzelliklerden mahrum bir şekilde ötelere göçüp gidiyorlar. Bu sebeple asla unutulmamalı ki, daha en başta iman, büyük bir ilahî nimettir. Belli ölçüde İslâmiyet’i yaşayabilme de, ayrı bir nimet-i ilâhîyedir. Bütün bunların yanında dine hizmet için boyunduruk altına girme, bir sorumluluk üstlenme de başka bir ilahî nimettir. Evet, eğer siz, i’lâ-yı kelimetullah adına yüreğinizde bir temayül, bir arzu hissediyor; bu istikamette bir heyecan ve iştiyak duyuyorsanız bu da çok önemli bir mazhariyettir. Çünkü içinde bulunduğunuz bu hâl, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) “Ona denk bir amel yapamazsınız.” (Buharî, Cihad 2; Müslim, İmâret 110) şeklinde tavsif buyurduğu sahabî mesleğidir. Bu sebeple yol ve yöntemini tam olarak bilemeseniz, bir kısım eksik ve kusurlarınız olsa da, içiniz hep bu tür duygularla dolup taşıyor, mutlaka o istikamette bir şeyler yapma niyet ve azmiyle oturup kalkıyorsanız Cenâb-ı Hakk’ın üzerinizde büyük bir mazhariyeti var demektir. İşte bu mazhariyet bir nimet olarak bilinir ve ona kendi cinsinden şükürle mukabelede bulunulursa, Allah da (celle celâluhu) lütfettiği o nimeti artırdıkça artırır. Fakat bunca mazhariyete rağmen kendimizi rahata, rehavete salıyor, “istirahat” deyip bir köşeye çekiliyor ve yan gelip kulağımızın üzerine yatıyorsak nimetin kadr ü kıymeti bilinmiyor demektir. Oysaki mezkûr nimetlerin yanında şu an mazhar olunan daha başka lütuf ve ihsanlar da var ki, bunların her biri ayrı ayrı hamd ü şükür ister. Mesela temel hak ve hürriyetleri insanımız için çok gören, dinî duygu ve düşünceye hiçbir şekilde tahammülü olmayan ve ona hayat hakkı tanımak istemeyen bir kısım hazımsız ruhlar bulunmasına rağmen, görüyoruz ki, inanan gönülleri Allah (celle celâluhu) bir şekilde sıyanet buyuruyor, muhafaza altına alıyor. Ayrıca, Rabbimizin izn u inayetiyle, insanımız hiçbir engele takılmadan, rahat ve emniyet içinde bir araya geliyor, fikir teatisinde bulunuyor, duygu ve düşüncelerini gönüllere duyurabiliyor. Bunun yanında insanımızın sesi soluğu dünyanın dört bir tarafında mâkes buluyor, takdir edilip teveccüh görüyor. İşte bütün bunların hepsi birer nimettir, dolayısıyla onlara kendi cinsinden şükürle mukabelede bulunulması gerekir ki, bu mazhariyetler kesilmesin, aksine artarak devam etsin.
Fırsat Aralıklarını Değerlendirmek
Bir de bu tür mazhariyetlere her an elimizden alınabilecek birer fırsat aralığı nazarıyla bakılması gerektiği kanaatindeyim. Evet bugün değerlendirilmeyen nimetler yarın elimizden çekilip alınabilir. Bu sebeple dinimiz ve insanlık için hangi sahada koşturuyor, maratonu hangi alanda yürütüyor; ilim, imkân, pâye, mansıp… adına hangi imkânlara sahip bulunuyorsak, işte bütün bunlarla alâkalı eğer önümüze bir fırsat aralığı doğmuş, Cenâb-ı Hak bize bir kapı aralamışsa vakit fevt etmeden değerlendirme cehd ve gayreti içinde olmalıyız. Yoksa fırsat elimizden kaçar ve biz nice ah u vah ederiz de, kaçırılan o fırsatı bir daha telafi etme imkânı bulamayız; bulamayız ve Sûzî’nin; “Canım derviş, gözüm derviş/Çalış maksuduna eriş/Bu gafletle baş olmaz iş/Geçer fırsat demedim mi?..” ifadeleriyle dile getirdiği duruma düşeriz.
Şimdi bir düşünün, zımni sorgulama diyebileceğimiz bir üslûpla yakın geçmişimize dair teessürlerimizi zaman zaman dile getirmiyor muyuz? Mesela; “Keşke iki yüz sene evvel, çok değil, yüz bin insanımız yeryüzünün yeni coğrafyalarına gidebilseydi; gidebilseydi de bugün biz de farklı unsurlar karşısında o coğrafyalarda milletimiz adına bir denge unsuru olabilseydik. Eğer geçmişte bu yapılabilseydi, şu an güçlü lobiler teşkil eder, bu suretle insanlık ve dünya barışı adına yeryüzünün kaderinde müspet bir rol oynama fırsatını yakalamış olurduk.” demiyor muyuz? İşte aynen bunun gibi şu an önümüze çıkan fırsat ve imkânları gerektiği şekilde değerlendirmezsek, gelecek nesiller de bizim hakkımızda benzer şeyleri söylemezler mi? Dahası Allah (celle celâluhu) onların bu ifadelerini öbür tarafta aleyhimize birer şehadet beyanı şeklinde değerlendirecek olursa o zaman biz ne yapar, ne eder, bunun hesabını nasıl veririz?
Evet, bahşedilen fırsat ve imkânlar değerlendirilmediği takdirde, öte tarafta nefis müdafaası adına ortaya konan bahanelerin hiçbiri mazeret olarak kabul edilmeyecektir; edilmeyecek ve bize “Yoksa siz dünyanın değişik yerlerine gitmek istediniz de buna engel mi oldular? Muhtelif mekânlarda konferans veya seminerler tertip etmek suretiyle hissiyat ve gönül heyecanlarınızı duyurmak istediniz de ‘Hayır yapamazsınız!’ mı dediler? Bazılarınca dırahşan çehresi karartılmaya çalışılan İslâm’ın gerçek hüviyetini ve parlak yüzünü değişik zeminlerde göstermeye çalıştınız da, o mekanlara gitmenize mâni mi oldular? Yazdığınız yazı, çektiğiniz film, çıkardığınız kitaplarla, kendinize ait değerleri duyurmak istediniz de bunları size yaptırtmadılar mı?” sualleri sorulacak ve bütün bunlar ahirette hesaba çekileceğimiz mevzular olarak karşımıza çıkacaktır. İşte bundan dolayı şu an içinde bulunduğumuz imkânlara ister fırsat aralığı, ister Cenâb-ı Hakk’ın ekstra iltifatı, isterse farklı bir eltaf-ı Sübhaniye tecellîsi deyin, ne derseniz deyin, eğer mazhar olduğumuz bu imkânlar değerlendirilmezse Allah (celle celâluhu) onu elimizden alır. Çünkü biraz önce de ifade edildiği üzere, her nimete kendi cinsinden şükürle mukabele etmek gerekir. “Eğer şükrederseniz, Ben de (nimetlerimi) artırırım; eğer nankörlük yaparsanız azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim Sûresi, 14/7) âyetinde de beyan buyurulduğu gibi, şükrünü eda edemediğimiz her nimet bizim için mesuliyeti mucib bir durum hâline gelir; gelir ve ötede onun hesabı bize sorulur.
Hâsılı, bence inanmış bir insan, hususiyle de ihsan şuuruyla serfiraz bir mü’min, karınca kararınca yapıp ettiklerini ortaya koyduktan, durumu ve konumu hakkında arkadaşlarına bilgi verdikten ve kendisinin düşünemeyip de çevresindekilerin aklına gelen daha başka şeylerin olup olmadığını sorup sorguladıktan sonra, oturup kalkıp her zaman “Acaba daha yapabileceğim bir şeyler var mı; acaba Cenâb-ı Hakk’ın bana ihsan ettiği şu konumun hakkını tam verebildim mi; lütfettiği imkânları tastamam olarak değerlendirebildim mi, onları rantabl olarak kullanabildim mi?” demeli; demeli ve bir “hel min mezid” kahramanı olarak sürekli kendini sorgulamalıdır.
FETHULLAH GÜLEN

Fethullah Gülen Vaaz


O Öğretmenler sahnede yok...

-Başkalarının takdirkâr bahislerinden vicdanda rahatsızlık duymak lazım. Nitekim, nefis, takdir, tebcil ve alkış istese de; kâmil insanlar, derin bir hesaba bağlı olarak, takdir edilince tahkir görmüş gibi rahatsızlık duyarlar. (01:08)

-İstiğnânın en zoru, en önemlisi ve en kıymetlisi, takdir, tebcil ve alkışlara karşı da müstağnî kalabilmektir. (02:07)

-Müstağnî insan çok güçlüdür; zira, o beklentisiz olduğu için asla minnet borcuna girmez ve diyet ödeme mecburiyetinde kalmaz. (04:03)

-Denebilir ki günümüzde insanların en fedakârları Türkçe Olimpiyatları vesilesiyle Türkiye'yi şenlendiren o şirin öğrencilerin muallimleridir. Onların yetiştirdiği talebe alkışlanıyor, fakat, o öğretmenler sahnede yok, hep perdenin gerisindeler. Bazı kadirşinas insanlar, onlara da teşekkür ediyorlar, “Esas işin mimarı onlardır!” diyorlar. Fakat, onlar hep geride duruyorlar. (05:22)
-Tohum atıp gitmek lazım, onu kim hasat edecekse etsin! Hatta dünyanın dört bir yanında nam-ı celil-i Muhammedî'nin şehbal açması gibi, bir Müslümanın en çok isteyeceği bir netice bile söz konusuyken, şayet sizin de o işte azıcık bir katkınız varsa, “Allahım, o günü çok arzu ederim ama ‘Bunun da bu işte katkısı vardı' diye bir çift elin çırpılmasını görmemek için meseleyi öbür taraftan seyretmeyi tercih ederim!..” diyecek ve “Allah, İslam'ın istikbâlini göstersin dünyaya; fakat, cüz'î bir katkım varsa, ben onu görmek istemem, öbür taraftan seyri tercih ederim!” hissiyle dopdolu olacak kadar istiğnâ… (06:15)

-Mâsivânın her çeşidine karşı kapanan insana Allah Teâlâ elli türlü kapı açar. “Bir kapı bend ederse, bin kapı eyler küşâd / Hazreti Allah, efendi, müfettihu'l-ebvâbdır.” (Şemsî) (11:11)

-Hazreti Bediüzzaman'ın ifadesiyle, sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbûiyete, tâbiiyyeti tercih edip, imamet ve öncülük işinde başkalarını rahatsız edecek şekilde önde görünmeme, diğer mü'minlerin hizmetlerini de alkışlayıp onların muvaffakiyetleriyle mesrur olma da istiğna hasletinin bir derinliğidir. (12:33)

-Seçilme sevdasına düşmemek seçici olmak lazım. Seçilme sevdasına düşenler “Aman olayım” diye çok kriterleri alt üst etme ve pek çok yanlışlara girme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Zira, “Aman olayım” diyen insanlar arasında hata etmeyen bir tek fert yoktur; “Aman olsunlar” diyen insanlar arasında ise hata eden azdır. (13:49)

-Bir vesileyle “Îsâr ruhunu yaymalı, herkese mal etmeliyiz” demiştim. Îsâr, insanın kendi ihtiyacı olduğu halde diğer muhtaçların ihtiyaçlarını öne çıkarıp onları gidermesi, kardeşlerini kendine tercih etmesi demektir. İşte bu manada “Îsâr ruhunu yayalım” demiştim. Bir de ne göreyim, arkadaşın biri not olarak yazmış ve orada burada seslendirmiş, “Hocaefendi ‘İsa ruhunu yayalım' dedi” demiş. Doğrusu, günümüzde, sadece maddî menfaatler değil manevî füyüzât hisleri söz konusu olduğunda da başkalarını tercih edecek ölçüde bir istiğna tavrına ve îsâr ruhuna ihtiyaç var. (14:30)

Soru: İstikâmeti emreden ayet-i kerimeden hemen sonra “Zâlimlere eğilim göstermeyin!” beyanının gelmesinde hangi mesajlar söz konusu olabilir? Ayrıca, bu ikazın peşinden “Namazı ikâme edin!” buyrulmasını, namazın her türlü zulme mani oluşu açısından değerlendirir misiniz? (16:10)

-Sözlük açısından “doğruluk” demek olan istikâmet; ıstılah itibarıyla, itikatta, amelde, muâmelâtta ve yeme-içme gibi bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp takva dairesine girerek nebîler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunda yürümeye îtinâ gösterme şeklinde yorumlanmıştır. Şu kadar ki, istikâmetin de dereceleri vardır ve Allah Rasûlü “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd, 11/112) ayetini kendi kulluk ufkuna göre çok derin anlamış ve hayatını o çizgide sürdürmüştür. Zâten O'nun duygu, düşünce ve davranışları hep istikâmet üzere olduğundan mezkûr ayet, O'nun hakkında “Her zaman bu güzel halinle kal!” manasına gelmekte, ümmet-i Muhammed'e ise istikameti emretmektedir. (16:35)

-İstikâmeti emreden ayette şöyle buyuruluyor:

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَن تَابَ مَعَكَ وَلاَ تَطْغَوْا إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ

“Öyleyse ey Rasûlüm, sen beraberinde olup tövbe edenlerle birlikte, sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru hareket et. Aşırı gitmeyin. Çünkü O, yaptığınız her şeyi görmekte olup işlerinizin karşılığını da size verecektir.” (Hûd, 11/112)

Bu ayete ve benzerlerine dikkatle bakılırsa görülecektir ki; “İstikamet üzere ol” emrinde olduğu gibi, müsbet fiillerde Peygamber Efendimiz doğrudan muhatap alınarak tekil sigası kullanıldığı halde, “Aşırı gitmeyin.” gibi nehiylerde çoğul sigasına geçilerek muhatabın ümmet olduğu ve Peygamber Efendimize dolayısıyla bir hitap bulunduğu ima edilmektedir. (17:57)

-İstikâmeti emreden ayetten sonra şöyle buyurulmaktadır:

وَلاَ تَرْكَنُواْ إِلَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِنْ أَوْلِيَاء ثُمَّ لاَ تُنصَرُونَ

“Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size ateş dokunur. Aslında sizin Allah'tan başka yardımcınız yoktur. Sonra O'ndan da yardım görmezsiniz.” (Hûd, 11/113) (19:03)

-İnsanın tevhid çizgisini koruyamayıp, Hâlık-mahlûk, abd-Mâbud münasebetindeki inhirafı demek olan şirk en büyük zulüm; açıktan açığa hak-hukuk tanımama, başkalarına cevr ü cefada bulunma, onları aldatma, itibarlarıyla oynama, gıybet etme... gibi hususlar ikinci derecede birer zulüm; Allah'ın emir ve yasaklarını dinlememe, haramlara karşı kat'î tavır alıp meşrû dairedeki zevklerle yetinmeme ise farklı bir zulümdür. Kur'ân-ı Kerim adalet ve ubûdiyet üzerinde durduğu kadar -hangi çeşidi olursa olsun- zulüm ve haksızlığa da vurguda bulunur ve mü'minleri inhiraf, cevr, cefa ve gadrin her çeşidinden uzak durmaya çağırır. (19:55)

-Kur'ân-ı Kerim çok geniş bir zulüm tablosu çizer, onu çeşitlendirir ve her türünden sakınmamızı ister: Ona göre, Allah'ın yasakladığı şeylere el uzatma, emrettiği hususlara karşı lâkayt kalma; vicdanlara baskıda bulunma, insanları dinî vecibelerini yerine getirmeden alıkoyma; fuhşa girme, münkerâta açık durma; halkın hukukuna tecavüz etme, milletin malını hortumlama; haram-helâl tanımama ve Allah'ın kurallarına başkaldırma; fitne ve fesada sebebiyet verme, başkaları hakkında iftira, gıybet ve tezvirde bulunma; dine hizmet edenlere karşı tavır alma, düşmanlık veya çekememezlik mülâhazasıyla onlarla uğraşma; mü'minler hakkında sûizanna girme ve onlara karşı hazımsız davranma; yalan söyleme, sözünden dönme ve emanete hıyanet etme; dini ve diyaneti şahsî, siyasî çıkarlarına vasıta yapma; mukaddes değerleri, dünyevî belli hedeflere ulaşma yolunda kullanma ve dinî değerlerle dünyevîlik arkasında koşma... gibi hususların hemen hepsi birer zulümdür ve bunlardan uzak durulması, bunları işleyenlere meyledilmemesi emredilmiştir. (20:35)

-Her çeşidiyle zulümden uzak durma ve istikâmet üzere bulunmanın mükâfatını anlatan bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:

إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ

“‘Rabbimiz Allah'tır' deyip sonra da istikamet üzere, doğru yolda yürüyenler yok mu, işte onların üzerine melekler inip şöyle derler: Hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vâd edilen Cennet'le sevinin!” (Fussilet, 41/30) (22:30)

-Zulmü alkışlayan ve zâlime yahşi çeken insanlar korku, menfaat duygusu, makam sevgisi, alkışlanma tutkusu, tamah ve tul-i emel gibi bir kısım virüslerden dolayı pek çok haksızlığa ses çıkarmaz ve hatta taraftar olurlar. (23:44)

-“Zulmedenlere meyil göstermeyin” emrinden sonra şöyle buyurularak namazın koruyuculuğuna imada bulunulmuştur:

وَأَقِمِ الصَّلاَةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفاً مِّنَ اللَّيْلِ إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّـيِّئَاتِ ذَلِكَ ذِكْرَى لِلذَّاكِرِينَ

“Gündüzün iki tarafında, gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Zira böyle güzel işler insandan uzak olmayan günahları silip giderir. Bu, düşünen ve ibret alanlara bir nasihattır.” (Hûd, 11/113) (28:07)

-Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayetinde ve hadis-i şeriflerde namaz kılmayı ifade sadedinde “ikâme” tabiri kullanılmıştır. İkâme, İşaretü'l-İ'caz'da da belirtildiği üzere, “namazda lâzım olan tâdil-i erkâna riayet etmek; ibadetin özündeki müdavemet ve muhafaza manâlarını gözetmektir.” Yani, namazın bütün rükünlerini ve esaslarını usulüne uygunca yerine getirmek, onu matlaşmaya ve renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü neşve içerisinde devam ettirmeye çalışmaktır. Evet, namazın, şartlarından ve rükünlerinden oluşan dış yapısının yanı sıra bir de halis niyet, huşû ve hudûdan ibaret olan iç yapısı vardır. Namazı iç ve dış bütün parçalarıyla yerine getirmeye, bunu sürekli yapmaya ve hep aynı hâl üzere kullukta devamlı olmaya “ikâme” denmektedir. (28:12)

-Hadis kitaplarında şöyle bir hâdise nakledilmektedir: Bir gün, genç bir sahabî, nefsine hâkim olamamış ve bir kadına tasallutta bulunmuştu. Az sonra da ciddi bir pişmanlık hissiyle kendisini Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in huzuruna atmıştı. Helak olmaktan korkuyor gibi bir hali vardı; bir an önce yunup yıkanma ve bağışlanma yolu aramaktaydı. Aslında, en ufak bir hata karşısında mahvolmaktan korkma duygusu, Sahabe efendilerimizin hepsinde hâkimdi. Onlar, ruh dünyaları itibarıyla bir yara alınca hemen Hekim'e koşarlar ve dertlerine çare ararlardı. Bir kusur için günlerce gözyaşı döker ve hatalarının menfi izlerini gözlerinden boşalan yaşlarla silmeye çalışırlardı. İşte o genç de bir hata işlemişti; fakat, çok geçmeden derlenip toparlanmış, derin bir nedametle ürpermiş ve adeta kolu-kanadı kırılmış olarak kendisini Gönüllerin Tabibi'nin (sallallahu aleyhi ve sellem) atmosferine atıvermişti. Her kelimesinden “Mahvoldum ben!” hissi dökülen cümlelerle halini arz etmişti. Hazreti Ömer (radıyallahu anh), “Allah seni setretmiş, keşke sen de kendini örtseydin, günahını açıklamasaydın, tevbe edip af dileseydin!” demişti. Allah Rasûlü, (aleyhissalâtu vesselâm) önce hiçbir şey söylememiş, ama bir müddet sonra o gence “Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Çünkü, iyilikler kötülükleri silip giderir. Bu, düşünen ve ibret alanlara bir nasihattır.” (Hud, 11/114) ayetinin nazil olduğunu haber vermiş, namaza sarılıp onunla arınmasını tavsiye etmişti. Bunun üzerine başka bir sahabî, “Ey Allah'ın Rasûlü, bu hüküm sadece soru sahibi için mi (yoksa başkasına da şâmil mi)?” diye sorunca, Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), “Herkes için…” cevabını vermişti. (32:00)

-Bir insan, namazını kâmil mânâda eda ederse, onun hayatındaki nurlu zaman dilimleri alabildiğine genişler; zulmetli ve karanlıklı anları da daralır. Bast hâlleri daha münkeşif hâle gelir; kabz hâlleri ise âdeta ortadan kalkar. Onun iç dünyasında şeytanlığa, nefsanîliğe açık menfezler daralır; melekliğe, ruhanîliğe açılan kapılar da ardına kadar açılır. Ancak bütün bunlar, namazın şuurluca idrak edilip eda edilmesine bağlıdır.. evet kalbin hoplaması, duyguların şahlanması, içten içe bir ürpetinin duyulmasına bağlıdır. Bu bakımdan

إِنَّ الصَّلاَةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ

“Gerçekten namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebût, 29/45) âyetinin resmettiği namaz, kâmil mânâda bir namazdır. Böyle bir namaz ufkunu yakalayamayanların hata yapması ise kaçınılmazdır. (33:45)

-İbadetlerde esas olan Cenâb-ı Allah'ın takdir ve tayini, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in de tebliğ ve temsilidir. Hiç kimse kendi hissiyatına göre ibadetlere bir kalıp, şekil ve suret biçemez, şahsî kanaatleri istikametinde onlara eklemeler ve çıkarmalarda bulunamaz; herhangi bir ibadet, din tarafından hangi kurallara ve şekillere bağlanmışsa, onun ibadet keyfiyetini koruması için işte o kurallar çerçevesinde eda edilmesi şarttır. Bununla beraber, insanın, Mevlâ-yı Müteâl ile münasebetinde asıl olan, mânâ, öz ve ruhtur. Maalesef, çoğumuz şekilden, suretten ve kültür Müslümanlığından sıyrılıp o öze ve manaya ulaşamadığımız için namaz gibi ibadetlerin temizleyiciliğine ve koruyuculuğuna mazhar olamıyoruz. (40:04)

Kur'an'ın Gurbeti

Peygamber efendimiz(s.a) bir hadisi şeriflerinde altı garipten bahsetmiş ve şöyle buyurmuşlardır:"Mescid, namaz kılmayanlar arasında; Kur'an-ı Kerim, fasıkın kalbinde; yine Kur'an, onu okumayan birinin evinde; Müslüman, saliha bir kadın,zalim, kötü huylu bir adamın nikahı altında; Müslüman salih bir erkek, serkeş,arsız bir kadının yanında ve alim, onu dinlemeyen ve ilminden istifade etmeyen bir topluluk arasında gariptir."

Bugün Kur'an bir gurbet hayatı yaşamaktadır. Kur'an'a sahip çıkmak demek,onu kadifelere sarıp cinlere, şeytanlara mani olsun diye yataklarımızın başına asmak;çeyiz sandıklarında ihtimamla korumak değildir.Mutlaka bir yerlere asılacaksa o, manevi hayatımızı mahveden ifritleri kovmak için kalplerimizin en mûtena köşesine asılmalıdır.

M.Fethullah Gülen

Sohbet-i Canan

İLA-YI KELİMETULLAH(CİHAD) M.Fethullah Gülen

1-Yeryüzünde cihaddan daha büyük bir vazife yoktur; olmuş olsaydı, Allah (cc) peygamberlerini o vazife ile vazifelendirirdi
2- Cenâb-ı Hakk’ın cihad ile vazifelendirdiği insanlar, insanların en şereflileri ve onlara bu vazifeyi getirip intikal ettiren melekler de, meleklerin en şereflileridir.
3-Cihad, insanın kendi özüne ermesi veya insanların özlerine erdirilmesi ameliyesidir
4-Allah yolunda mücâdele eden ve da’vâsını anlatmayı kendine gaye edinen, kat’iyyen diğerleriyle aynı seviyede mütalâa edilemez...
5-Cihad vazifesi, Hakk'a şâhid olma vazifesiyle aynı ma’nâyı paylaşır.
6-Cihad-ı asgar, dinin emirlerini fiilen yerine getirme ve o mevzûda kendinden bekleneni eda etmektir. Cihad-ı ekber ise, onu ihlâslı ve şuurlu olarak yapma ve daima kendi kendisiyle kavga içinde bulunmadır. Kin, nefret, hased, enaniyet, gurur, kendini beğenme, fahir, nefs-i emmâre gibi varlığında ne kadar yıkıcı ve tahrip edici his ve kötü huy varsa, bütününe birden cihad ilân etmek, hakikaten zor ve çetin bir cihaddır ki, bu sebeple buna en büyük cihad denilmiştir.
7--Cihad eri, Allah’ı her şeye tercih edecek şekilde ihlâslı, samimî, yürekten ve gönül insanı olmalıdır.
8-Cihad, bir iç ve dış fetih dengesidir.
9-Cihad, insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayatın akışına ters mânilere göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışmasıdır ki, buna büyük cihâd ma’nâsına ‘Cihad-ı ekber ’ diyoruz. Bir de, aynı şeyin başkalarını özleriyle bütünleştirmek için yapılanı vardır ki, bu da küçük cihad yani ‘Cihad-ı asgar’dır.
10-Cihad, varlığı kıyamete kadar sürecek olan dinin temel esaslarından bir esas, temel rükünlerinden bir rükün ve müeyyidelerinden bir müeyyidedir.
11-Cihad, müslüman milletleri canlı tutan bir hayat kaynağıdır.
12-Cihad, bir mü’minin uğruna canını feda edebileceği en tatlı ümniye ve en tatlı idealdir.
13-Evet, cihad, dünyanın bütün saltanat ve debdebesinden, maddî-manevî bütün füyuzat hislerinden, velîlikten, keşiften ve kerametten, insanların içini okumaktan, burada iken Kâbe’de namaz kılmaktan, elini sokup insanın kalbiyle oynamaktan ve velâyetteki en âlî makamlardan daha hayırlıdır.
14-Zira cihad, insanın ses ve soluğuna kudsiyet kazandırır. Ona şu ölümlü dünyada ölümsüzlüğün sırrını keşfettirir.
15-Mü’minde uyarılması gereken en yüce duygu, cihad rûhudur. Cihad duygusuna sahip olmayan insanlar, mezar taşlarından farksızdır.
16- Diriliş, ancak cihadla gerçekleşir. Ve insanın attığı en büyük, en kudsî, en verimli, en semereli adım, mücahede ve mücadele istikametinde attığı adımdır.
17-Maddî ve manevî cihad, İslâmî hayatın en büyük müeyyidi ve müeyyidesidir. Mü’minlerin hayatında cihad ruhu söndüğü zaman, yavaş yavaş iman ve İslâm aşkı da söner.
18-İnsanları cihad vazifesinden alıkoyan, hayat ve hayatın lezzetlerine bağlılıktır.

İLİM:ÖLÇÜ 1 KİTABINDNA VECİZELER

1-İnsanoğlu için gerçek hayat, ilim ve irfanla kabil olacağından, öğrenip öğretmeyi ihmâl edenler, hayatta dahi olsalar ölü sayılırlar. Zira, insanın yaratılışının gayesi, görüp bilmek ve öğrendiklerini başkalarına bildirmekten ibarettir.
2-Öğrenip öğretilecek şeyler, insanın mâhiyetini, kâinatın sırlarını keşfe ma’tûf olmalıdır. Benlik sırlarına ışık tutmayan, mekândaki karanlık noktaları ve tıkanıklıkları açıp aydınlatmayan ilim, ilim değildir

3-İlim ve ma’rifetle elde edilen mansıb ve pâye, başka yollarla elde edilen makamlardan daha yüksek ve daha uzun ömürlüdür. Zira ilim, sahibini, dünyada fenalıklardan uzak ve fazîletli; öbür âlemde de, irfanıyla aydınlattığı makamların temâşasıyla mest ve mutlu kılar.
3-İlim öğrenmekten maksat, bilginin insanoğluna mürşit ve rehber olması ve öğrenilen şeylerle, insanî kemâlâta giden yolların aydınlığa kavuşturulmasıdır. Binaenaleyh, rûha mâl edilmemiş bir ilim, sahibinin sırtında bir yük; insanı ulvî hedeflere tevcih etmeyen ma’rifet de, bir aldanmışlıktır.

İRŞAD EKSENİN DEN VECİZELER: TEBLİĞ

1- Tebliğ ve irşâd, vazifelerin en mukaddesidir. Zira Allah (c.c), en seçkin kulları olan nebileri bu vazife ile göndermiştir.
2- Tebliğ, normal zamanlarda farz-ı kifaye olsa bile, günümüzde ihmale uğrayan meselelerden olduğu için farzlar üstü bir farz konumuna gelmiştir. Onun ihmali kat'iyen caiz değildir.
3- Bu vazifeyi ihmal ederek ölen bir kimsenin nifak içinde ölmüş olmasından endişe edilmelidir. Çünkü böyle biri, şahsî farzlardan daha büyük ve sevap cihetiyle daha mühim bir vazifeyi terketmiştir.
4-İlim-amel ve tebliğ bir hakikatin üç ayrı yüzüdür. Birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Tebliğde, ilim şarttır; amel ise tebliğin hayatıdır.
5-Tebliğ insanı, İslâmî hakikatleri ve içinde yaşadığı devri çok iyi bilmelidir. Devrini bilmeyen insan, dehlizde hayat sürüyor demektir. İnsanları oraya çekmeye ve onlara bu dehlizde bir şeyler anlatmaya çalışması ise zavallıca birer gayretçiktir.
6- Tebliğ insanının gönlü Kur’ân'a göre ayarlanmalıdır. Gönlü bu şekilde Kur’ân’a göre akort edilmeyen bir insanın, İslâm adına konuşması ve İslâmî hakikatleri anlatması çok zor, hatta imkânsızdır.
8- İlim-amel ve tebliğ bir hakikatin üç ayrı yüzüdür. Birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Tebliğde, ilim şarttır; amel ise tebliğin hayatıdır.
7- Tebliğ insanı, İslâmî hakikatleri ve içinde yaşadığı devri çok iyi bilmelidir. Devrini bilmeyen insan, dehlizde hayat sürüyor demektir. İnsanları oraya çekmeye ve onlara bu dehlizde bir şeyler anlatmaya çalışması ise zavallıca birer gayretçiktir.
8- Tebliğ insanının gönlü Kur’ân'a göre ayarlanmalıdır. Gönlü bu şekilde Kur’ân’a göre akort edilmeyen bir insanın, İslâm adına konuşması ve İslâmî hakikatleri anlatması çok zor, hatta imkânsızdır.
9- Tebliğ eri, tebliğ yaparken kullandığı bütün yolların meşru olmasına son derece dikkat etmelidir. Zira meşru bir hedefe ancak meşru yollarla ulaşılabilir. Allah Resûlü (s.a.s)'nün ve O'nun kutlu ashabının yolu da budur. Bize, hedefe varmak için her yolu meşru gören militanlar değil; tuttuğu yolun meşru olmasını, kılı kırk yararcasına inceleyen ve sonra da tatbik eden sahabî ruhlu tebliğ adamları lazımdır. Bu dini ayakta tutacak ve onu cihanın dört bir yanına götürecek olanlar da ancak bunlardır.
10- Tebliğ adamı, anlattığını muhakkak yaşamalıdır. Aksi durum, bir münafıklık alâmetidir ki, mü'min böyle bir duruma düşmekten fevkalâde sakınmalıdır. Anlattığını yaşamayan insanların söyledikleri sözlerde, tesir ve bereket de olamaz. Onlar saman alevi gibi çabuk parlar ve hemen sönerler. Isıtma adına bir kaloriye sahip oldukları söylenemez.
11- Tebliğ adamı, daima tevazu ve mahviyet hâlini muhafaza etmelidir. Bu, asil insanlara mahsus bir davranıştır. Îman ise, asaletin tâ kendisidir. Öyleyse tebliğ adamı, her mü'min gibi asil davranmalıdır. Allah Resûlü (s.a.s)'nün ahlâkı da budur. Tebliğ adamı işte bu ahlâkı bir karakter hâline getirmelidir.
12- Tebliğ eri, tebliğ vazifesinin dışında, devlet yetkilileriyle ve entel denilen sınıfla, onlar hesabına içli dışlı olmamalıdır. Bu konuda titizlik, onun durumunu ve izzetini korumasının en mühim şartıdır.
13- Tebliğ adamı, tebliğinde çok ısrarlı olmalıdır. Bu ısrar onun kendi dâvâsına karşı hürmet ve saygısının ifadesidir.. ve o, Cenâb-ı Hakk'ın büyük saydığı meseleleri tazîm edip büyük saymak mecburiyetindedir. Aksi hâlde, dediklerini kendisi yalanlamış olur.
14- Tebliğ adamı, fıtrat kanunlarıyla çatışmamalıdır. O, tebliğ ve irşâdında daima basiretli davranmalıdır. İnsanda mevcut bazı zaaf ve arzuları görmezlikten gelmek, asla doğru değildir. Asıl olan, bu zaaf ve istekleri güzele ve iyiye kanalize edebilmektir.
15- Izdırap ve çile tebliğ yolunun değişmeyen kaderidir. Tebliğ adamı, daha yolun başında kaderine razı olmalıdır.
16- Tebliğ adamı, bir şefkat kahramanıdır. Onun kaba kuvvet kullanarak hakkı kabul ettirme gibi bir yola tevessül etmesi hiç mi hiç düşünülmemelidir.
17- Tebliğ adamının en mühim özelliklerinden biri de fedakârlıktır. Zira her tebliğ adamı, havari karakterinde olmalıdır. Doğuştan havari yaratılmayanlar, asla seviyeli bir tebliğ adamı olarak ölemezler. Böyle bir iş ise, her şeyden önce fedakârlık ister.
18- Tebliğ adamı, duâ ile bütünleşen insandır. Duâ ise, ihlâs ve samimiyetin esasıdır.
19- Tebliğ adamı, aynı zamanda bir mantık ve realite insanıdır. Mantıkîliği ölçüsünde muvaffak olur ve içinde yaşadığı toplumda kabul görür.
20- Tebliğ adamı, insanların îmanı hususunda çok hassastır. Gördüğü küfür ve irtidat hâdiseleri, onun yüreğini parçalar ve o, bu kabil hâdiseler karşısında iki büklüm olur.
21 Tebliğ adamı, tebliğ işini hep bir aşk ve iştiyak içinde sürdürür. Zaten o, tebliğ işinin kara sevdalısı olmayınca, başarıya ermesi de mümkün değildir.
22-Tebliğ adamı, dâvâsını tebliğ ederken, ruh duruluğuna ve kalb safvetine sahip olmalıdır. Ve arkasında zahîr olarak Allah'ı ve Resûlü'nü bulabilmesi için, en az dâvâsı kadar berrak bir hayat yaşaması şarttır. Böyle bir hayat ise ancak kalb safvetiyle gerçekleştirilebilir.

Pırlantadan Vecizeler

1-"Emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker", varlığın yaratılış gayesine götüren bir yoldur.İrşad ekseni
2-Emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker" yolunda atılan her adım, adım sahibi için nübüvvete veraset sevabı kazandırır. İrşad ekseni.

3-Günümüz insanı, "emr-i bi'l-maruf nehy-i ani'l-münker"e her devirden daha çok muhtaçtır. İrşad ekseni
4- Emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker" vazifesi, devamlılık ve sebat ister.
5-Emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker", ya Allah (c.c) için yapılan bir vazife, ya da Allah (c.c) tarafından vaz'edilip insanlar arasındaki müşterek hukuk hesabına yapılması gereken bir vazifedir. İrşad ekseni
6-Emr-i bi'l ma'ruf, nehy-i ani'l-münker" vazifesine, tarihte helâk olan kavimler ve onların helâk oluş sebepleri açısından bakılabilir.İrşad EKSENİ
7-emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker" bilfiil yapılıyorsa, Allah (c.c) o cemaat ve cemiyeti helâk etmez. iRŞAD EKSENİ
8-Emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker" yapacak insanların ilimle mücehhez olmaları esastır. iRŞAD EKSENİ
9-Emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker" yapmak, bir mü'minlik şiarıdır.İrşad ekseni

Fethullah Gülen Hocaefendi Şiirleri

Aç Kapını
İltifât et aç kapını bendeni sevindir.!
Nağmeler sun ruhuma ötelerin dilinden;
Sun ve gönlümü saran hafakanlarımı dindir.!
Sunduğun gibi nâçârlara kendi elinden.
Sensin o tek merhametli bana da bir ihsan,
Lutfeyleyip yolumu otağına çevir.!
Yol boyu her dönemeçte nezdinden bir bürhan;
Sal ufkuma ahdini emânıma yetiştir!
İç içe gurbetteyim, yok gurbetlerin dibi,
Ağarsın ak günler, ersin zulmetin eceli.!
Sensin bu gamnâk gönlümün Biricik Sahibi,
Herkes gibi ne olur bana da bir tecellî.!
Ve her ân yepyeni bir vuslat heyecanıyla,
Gönlüme o derin sevginin zevkleri insin.!
Hep kanatlansın ruhum aşkının tufanıyla.
Hicranla köpüren ızdıraplar bir bir dinsin!
Duyayım kalbimde tecellî ettiğin ânı.
Ve bakışlarım sonsuzun rengine boyansın!
Göreyim şevkin vuslata döndüğü zamanı...
İsterse artık her yanım ateşlere yansın...
Bir sırlı âlem ki güneş tıpkı bir bengisu,
Madde çözülüp mânânın bağrında erimiş;
Ruh tecellî avında ve gönül kurmuş pusu,
Herkes bir büyülü temâşâ ufkuna ermiş...
O yerde O’ndan başka hiçbir şey işitilmez,
Kulaklara çarpan ses duyguların bestesi;
Saatler 'tik tak' ve günler doğup-batmak bilmez,
Zaman, mekan bilinmezin sırlı hendesesi...
Fethullah Gülen
Akıncı Türküsü
Atlasdan cepkenli yiğit akıncı!
Dönmedin geriye bunca yıl oldu.
Gözlerim yollarda ruhumda sancı,
Elimde güllerim buruşup soldu.

Gezdiğim yerlerde hep seni sordum;
Şimdi gelir diye hayâller kurdum.
Günler geçti ben: “Yarın!” deyip durdum,
Bin hafakan sînem boşalıp doldu...

Ger dizgini artık, şahlansın atın!
Ger ki, va’dedilen günler pek yakın!
Ufukta bahar var, unutma sakın!
Zulmet silindi her yöre nûr oldu.
Fethullah Gülen

Ak Ve Kara
Apaydınlık bir dönem, kol kol gezen güneşler,
Semâda yüzüp giden kehkeşânlara inâd.
Her bucağı Irem Bağları’na denk o günler,
Gök kuşağı gibi zafer tâklarıyla âbâd...

Sonra bir kâbuslu devir ve aranan dünler
Firavunlaşdı herkes firavundan da berbâd.

Harâb oldu her taraf, soldu çiçekler, güller,
Bülbülün dilinde dinmeyen yeisli feryâd.

Gökler gamlı, bulutlar küskün, kurudu göller,
Virânelere döndü her yan, simsiyah eb’âd.

Yine rüyâlarda kor, tütüyor eski günler
Mışıl mışıl döl yatağında milletçe murâd...
Fethullah Gülen

Akyol
Gördüm nurlu geleceği rüyamda bir gece,
Işıklar yağıyordu her tarafa sessizce...

Ahenkle işleyen bir saat gibiydi isler;
Bir bir silinip gitmisti asırlık teşvişler...

Ve herkes birbirine yürekten bakıyordu;
Somaki musluktan kevserler akıyordu.

Tertemiz çehreleri ile geçerken kudsiler,
Ümitlerimize bir bir fer salıp geçtiler.

Yeni bir dünya kuruluyordu; harıl harıl...
Her taraf gökle yarışır gibi... pırıl pırıl !

Geçtikçe tekmil bu şimsek bakışlı yiğitler,
Anladım; muştusu verilen zamanmış meğer.

Civanlar gördüm yüzlerinde gariplik rengi,
Hükmettım kı bunlar,o ilk kudsilerin dengi.

Dolaştım her tarafı usanmadan,bezmeden;
Ziya ıçenlere erdim bir ulu çesmeden...

Şükranla gerilip gezenler vardı kolkola..
Sonra teker teker ulaştı herkes AKYOL'a...
Fethullah Gülen

Allah ve İnsan
Tekmil İnsanlık her an Allah duygusuna aç,
Zihinler şîrâzesiz, zihinler O’na muhtaç...
Sezer her zaman temiz vicdanlar bu duyguyu,
Düşünce çıkmazları Rabb’e ulaşma koyu...
İlmin o engin ufku, mantığın hünerleri,
Dolduramıyor İmandan boşalan yerleri.
Bir sürü ulemâ ve bir sürü de filozof...
Nazariyeleri çarpık, düşünceleri kof.
Ne fikirlerinde sadra şifa veren beyan;
Ne madde ötesini olduğu gibi duyan.
Anlayışlar kısır; her şeyin mebdei meçhûl,
Ve yığınlar faraziyeler ağında ma’lûl.
Oysa, her renkte ve her seste O’ndan bir ma’nâ,
Ruh ve hikmet ufkunda her şey İnsandan yana:
Varlık O’nun nuru, o Nur’un dalgalanışı,
O, hem varlığın hem de hâdiselerin başı...
Bu sırrı kavrayan gönüller oturaklaşır,
Ancak oturaklaşan ruhlar O’na ulaşır.
Gözsüz görmese de her yanı O kaplamakta,
Sırra, hep bu ilâhî münasebet akmakta...
Ve duygular O’na uyanmakta perde perde,
Bir vuslat istikametinde ki az ilerde...
Her tarafta kevserden gürül gürül çeşmeler,
Her yanda İnsan-Allah bestesinden nağmeler.
Fikir bu ufka erip gönülle birleşince,
Ayrı bir visal kapısı açılır her gece.
Bu eşiği aşan ruh kendi özüne erer,
Gerçek İnsan olmaktan gaye de buymuş meğer...
Fethullah Gülen

Altın Tenler
Taptâze altın tenlere benzer bu yiğitler;
İniyor çevrelerine ışıktan demetler...
Sonsuzdan gelen ilhâmla doldukça dolmuşlar,
Hızır’la arkadaş olup sırlara dalmışlar...

Bir büyülü kevserle meğer hepsi de mest imiş,
Gözlerinden belli her biri bir sırra ermiş.
Tûfânlara denk heyecânları var hiç dinmez;
Polat gibi yürek taşırlar korkmaz ve sinmez...

Bilir cihân bunları, belli beldesi köyü,
Çehrelerinde feşedici gizli bir büyü..!
Ve şimdi dehâya denk bu parlak ferâsetler,
Horozu çoktan ötmüş bir kutlu şafak bekler...
Fethullah Gülen

Benim Rabb'im
Benim Rabb’im benim Rabb’im;
Sen’den başka yoktur Rabb’im!
Dostluğunda vefa gördüm;
Sen’in vefan çoktur Rabb’im!
Kapında bendeler Sen’in,
Muradı Sen’sin cümlenin,
Aradan kaldır hicabı,
Görsünler cemâlin Rabb’im.
Ma'rûfsun bilinmez Zât’ın,
Herşeyi kaplamış tahtın;
Görenler görmüştür Sen’i,
Gözsüzlere pinhân Rabb’im!
Bildim diyenler aldandı,
Bilmeyenler nâra yandı;
Gönlümde kenzen bilindin;
Âşıklara sübhân Rabb’im!
Ruhlara ışıktır adın,
Meclislere huzûr yâdın,
Ariflerin son durağı,
Dertlilere derman Rabb’im!
Cürmüm pek çok yok tâatim,
Belki yaklaştı saatim,
Etmezsen inâyet eğer
Kimden ola gufran Rabb’im!
Fethullah Gülen

Hizmet Hareketi hakkında sorular ve cevaplar

Muhammed Çetin'in Hizmet: Questions and Answers on the Gülen Movement adlı kitabı, Hizmet Hareketi ile ilgili tam 340 soruya ikna edici cevaplar veriyor. Soruların hiçbiri masa başında uydurulmuş değil; aksine, hayatın içinde çoklarının aklına gelen ve cevap aradığı sorular bunlar.
İlk değil son da olmayacak. Hizmet, Türkiye ve dünya genelinde mevcut halini müspet ve menfi olarak geliştirse, değiştirse de dünya kamuoyunun ilgisi artan bir hızla devam edecek, Hizmet Hareketi tartışmaların, müzakerelerin ortasında yerini alacak ve hakkındaki yayınların ardı arkası kesilmeyecek. Kehanet değil, bir durum tespiti olarak değerlendirin bu yaklaşımı.
Bu sözleri Blue Dome Press tarafından yayımlanan The Gülen Movement: Civic Service Without Borders adlı eserinden tanıdığımız -ki bu eser İngiltere'de yazılan bir doktora tezidir aynı zamanda- Muhammed Çetin'in Hizmet: Questions and Answers on the Gülen Movement kitabı için söyledim. Yine aynı yayınevi tarafından yayımlanan bu eserin formatı, adından da anlaşılacağı gibi soru-cevap üzerine kurulu. 174 sayfalık kitabında tam 340 soruya cevap vermiş Çetin. Soruların hiçbiri masa başında uydurulmuş sorular değil; aksine, hayatın içinde çoklarının aklına gelen ve cevap aradığı ya da gazete sayfalarından TV ekranlarına, mecmua köşelerinden sohbet meclislerine varıncaya kadar hayatın her alanında rastlanan sorular. Bazıları dostça anlama gayreti ile sorulmuş bu soruların, bazıları düşmanca köşeye sıkıştırmak için... Ama son tahlilde Hizmet'ten cevabı beklenen sorular bunlar. İşte Hizmet'i sosyolojik perspektiften doktora tezine konu yapan, onlarca ulusal ve uluslararası konferansta Hizmet hakkında tebliğler sunan Çetin, söz konusu soruların cevaplandırılmasında etkin bir kalem olarak karşımıza çıkıyor.

Hizmet, hangi bilim dalının konusu?

Hizmet, etkinliğinin dünya genelinde artırmasına bağlı olarak değişik kesimler tarafından değişik şekillerde ele alınan bir yapı bugün. Akademisyenler açısından baktığımızda, "Hizmet çok yönlü -dikkat edin çok yüzlü değil- bir hareket alanına sahip. Eğitimden ekonomiye, medyadan yayıncılığa birçok farklı sahada hayatın içinde. Böyle bir yapı sosyal bilimlerde hangi dalın araştırma sahasına giriyor?" sorusuna net bir cevap arıyor akademisyenler. Sosyolojiden siyasi bilimlere, İslam'dan Ortadoğu araştırmalarına, eğitimden antropolojiye uzanan çok geniş bir yelpazede her bilim dalı, Hizmet'te araştırılacak bir yan ve yön bulabiliyor kendine. Hepsi de kendince haklı. İslami değerlere saygılı, merkezî rolün % 99'unun Müslüman bir ülkenin insanları tarafından üstlenilmesi, İslamî değerlerin yeni bir yorumla kendine yer bulması ve geleneğin sıfırdan veya yeniden üretilmesi itibarıyla İslam kürsüleri; Türkiye'nin Ortadoğu coğrafyasının neredeyse kalbinde yer almasından dolayı Ortadoğu araştırmaları; dünya genelinde eğitim ile ön plana çıkmasından dolayı eğitim bilimleri... Daha devam edebiliriz, her ilim dalı Hizmet'i araştırma konusu yapıyor.
Fakat bu durum sosyal bilimciler için bir zorluğu da beraberinde getiriyor, o da şu: Sivil hareket, sivil toplum kuruluşu, sosyal organizasyon gibi isimlerle anılan sosyal hareketler adına ortaya konulan gruplamaların hiçbirine girmiyor, hiçbiri ile birebir uyum sağlamıyor Hizmet. Benzeri bir örneğin görülmemesi sosyal bilimlerde yeni bir araştırma sahasının bulunması açısından bir zenginlik teşkil ederken, taşlar yerine oturuncaya kadar da kafa karışıklığının sebebi oluyor. Zira belli kalıplara irca edilerek yapılan ne araştırma ne de incelemeler Hizmet'in değerlendirilmesinde bir ölçü olarak kullanılabiliyor.
Bir de buna özellikle Batılı araştırmacıların İslam dini hakkında doğru ve sahih bilgiden yoksun olmalarını, İslam söz konusu olduğunda çok şeyi önyargı ile ele almalarını ilave ederseniz kafa karışıklığı iyice artıyor. Halbuki Hizmet'i doğru değerlendirmek için sahih İslam bilgisine ciddi ihtiyaç var; var çünkü Hizmet'in ortaya koymuş olduğu birçok prensip ve harekete gönüllü katkı sağlayanların davranışları, doğru ve sahih İslam bilgisi olmadan anlaşılamaz. Bir başka ifadeyle, Batılı değerlerle Hizmet hakkında doğru sonuçlara ulaşılamaz. Bu da içeriden yapılan araştırma ve değerlendirmelerin önemini ortaya koymaktadır ki hiç olmazsa yapılacak muhtemel mukayeselerde karşıt bir ölçü olsun, "bir de şu açıdan bakın" denilebilsin.
İlmî disiplinler adına sunduğumuz bu perspektiften bakınca şahsen ben Muhammed Çetin'in bu kitabının hem halk hem de akademisyenler seviyesinde çok faydalı olacağına, zihinlere yeni ufuklar çizeceğine inanıyorum. Zira sorular bahse konu alanların hemen hepsinde kullanılabilecek bilgilerle dolu.

Resmi cevaplar değil...

Sorulara verilen cevapların Hizmet'in resmi cevabı olmadığını belirtmeye gerek yok sanırım. Tüzel bir kişilik olarak Hizmet Hareketi eğer böyle bir şeye ihtiyaç duyarsa bunu resmi kanallardan yapar. Sözcülüğünü üstlenen bir kurum ya da kendisi söz konusu olursa bizzat Hocaefendi veyahut onun namına avukatları kamuoyunun önüne çıkar, gerekli açıklamaları yapar ve bu açıklamalar bağlayıcı da olur. Ama Muhammed Çetin'in kitabı için aynı şey söylenemez. Onun için bu cevapları, Hizmet'i araştıran bir akademisyenin cevapları olarak okumak önemlidir. Katılmadığınız yerler olabilir; nitekim benim kendime göre şöyle de düşünülebilir, bunlar da ilave edilebilir dediğim yerler oldu. Okuma esnasında bu türlü yerleri belirleyip daha sonra yazar veya yayınevi ile temasa geçmeniz "barika-yı hakikat"in ortaya çıkmasına hizmet edebilir.
Birkaç cümleyle de olsa kitaba geri döneyim. Bana göre çok güzel bir tasnifi var. Zaten böylesi bir tasnif olmasaydı balta girmemiş ormana rehbersiz giren insanlar gibi, okuyucu 340 sorunun arasında kaybolurdu. Dolayısıyla sözünü ettiğimiz tasnif, ormanda rehber rolünü oynamış. Ana bölümler; giriş, hizmetin tarihçesi, aktivite, hizmet ve kurumları, mobilizasyon denilen yeryüzüne hizmet adına seferberlik, hedefleri, kimlik ve katılımcıları, ödül ve teşvik edici unsurları, fedakârlık, muhalifleri, hizmetin yapısı ya da ana karakteristik özellikleri ve etkisi üzerine başlıklardan oluşuyor. Her bölümde onlarca soruya, sorunun mahiyetine göre kısa veya uzun cevaplar var.
Bu eserin faydalı olacağına inanıyorum. Yazarına ve Blue Dome Press'e teşekkürler. Umarım bu tanıtım yazısı kitabın Türkçeye tercümesini hızlandırır.

Fethullah Gülen Hocaefendi, Uludere'de hayatını kaybeden 35 vatandaşımız için taziye mesajı yayınladı

Türkiye'nin devletler muvazenesinde denge unsuru olmaya yürüdüğü ve ikbal yıldızının parlayacağına dair ümitlerin yeşerdiği bir süreçte 35 vatandaşımızın terörist zannıyla elim bir şekilde vefatını teessürle öğrendim. Yetkili makamların olayın ört bas edilmemesi için verdiği teminat ve hadisenin yargıya intikali teselli edicidir.
Bütün güvenlik birimlerinin terörle mücadelede topyekûn mücadele ettiği ve şekâvete aman verilmediği bir dönemde bu ahengi baltalamak isteyen odaklar boş durmuyor; türlü provokasyonlarla yeni anayasa hazırlıklarını ve açılımları da sabote etmeye çalışıyorlar.
Bugüne kadar nice elim hadisede sağduyusunu kaybetmemiş, birlik ve beraberliğini bozmak isteyenlerin heveslerini temkin ve dengesiyle kursaklarında bırakmış olan ülkemiz insanının, bu kritik süreci de Allah'ın inayetiyle vifak ve ittifakı koruyarak atlatacağına ümidimiz tamdır.
Yeri geldiğinde askerimizle birlikte teröre karşı mücadele eden korucu vatandaşlarımızın mukim olduğu Ortasu Köyü'nün vatanperver halkının acısını istismardan geri durmayanların, vatan evladını birbirine kırdırtmak ve akan kanın üzerine kendi saltanatlarını kurmaya çalışmaktan vazgeçmeyeceği hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir,
Hadisede elim bir şekilde vefat eden 35 vatandaşımıza, kardeşimize, evladımıza Cenab-ı Allah'tan rahmet diler, kederli aileleriyle yakınlarına başsağlığı ve sabr-ı cemil niyaz ederim.
BAMTELİ: Hocamızın "Televizyon ve İnternet Nefsin Hakkı mı?" isimli son sohbetinde ailenin ve nefsin hukuku anlatılıyor:http://t.co/DosoRosl

M.Fethullah Gülen Hakikat Damlaları

Hakikat Damlaları-1

Bizim Allah’la irtibattan daha öte herhangi bir güç kaynağımız yoktur. * * * Büyük ya da küçük kendini bir şey zannedenler kaybetmeye namzettirler. * * * Kulluk, niyet ve davranış bütünlüğüne ulaşmanın unvanından ibarettir. * * * Ahireti hesabına endişesiz yaşayanın akıbetinden korkulur. * * * Sadece O’na kul olmak lazım. Bir köleniz olsaydı siz onun başkası için de köle olmasına razı olur muydunuz!? * * * Sağlam bir itikatla Allah’a sığınınca hallolmayacak hiçbir mesele yoktur. * * * Laubali arkadaşlar ve gayr-i ciddi ortamlar insan için en büyük tehlike sayılmalıdır. * * * İstiğna kadar insanı güçlü hale getiren ve güven vaad eden başka bir zenginlik kaynağı gösterilemez. * * * Nefsin nefesini kesmezseniz nefis ve şeytan bir gün keser sizin nefesinizi! * * * Kendi iyiliklerinin hafızı olmak marifet değildir. * * * Her günah başka bir günah için bir referanstır. * * * Ahiretle dünyayı avlamaya çalışmak dine karşı ihanet, Allah’a karşı da saygısızlıktır. * * * ‘Estağfirullah’a yatırım yapmak için söylenen tevazu ifadeleri birer zımnî yalandan ibarettir.

Hakikat Damlaları-2

Bazı meselelerde aldanmayı, başkalarını zulme uğratmaya tercih etmelisiniz. * * * Münafıkların bahşişi sönük bir gülücüktür. * * * Mü’min övülmeyi sövülme gibi görmelidir. * * * Sabr-ı cemil, sıkıştığın zaman içini Allah’a dökmendir. * * * İnsanları sırat-ı müstakime çağırmada hal önemlidir. * * * Kimde olursa olsun, azıcık samimiyet bir başarı vesilesi olabilir. * * * Tefsir ve te’vile en kapalı beyan sükûttur. * * * Az yemek, az uyumak insan-ı kâmil olmanın vazgeçilmez yoludur. * * * Bir defa yalan söyleyen her zaman söyleyebilir. Bir kere iftira eden de… * * * Esas hürriyet Allah’a kul olmaktır. * * * Allah’ın rızasını istemede ve O’nun adını dünyanın her yerine duyurmada hırslı olmak gerekir. * * * Allah’ı bilmemek demek, hiçbir şey bilmemek demektir. * * * Bilerek bir karıncayı ezen, başına bir şey geleceğinden korkmalıdır. * * * Kendi eksiklerini göremeyenler, kusurlarını asla telafi edemezler.

Hakikat Damlaları-3

Her hangi bir beklentiye bağlanmış işler, çok kahramanca bile gerçekleştirilmiş olsalar hiçbir gelecek vâdetmezler.

***

Sadakatla emniyet birbirine o kadar yakındır ki, ikiz olarak doğmuşlardır dense sezadır. Mü’minin doğru söylememesi yadırganmış, şeytanın doğru söylemesi ise taaccüble karşılanmıştır.

***

Kaba söz ve davranışlar ruhunda kabalık olanların dışa akseden hırıltılarından başka bir şey değildir.

***

Derinleşme azminde olmayanlar hiç farkına varmadan zamanla sığlaşırlar.

***

Bütün mesâvi-i ahlakın kaynağı yerinde saymaktır.

***

Yeryüzünde Efendimiz’i (aleyhissalatü vesselam) tartacak baskülü Allah yaratmamıştır.

***
Kudsî demek dava adamı demektir. Dava adamı da iddia adamı değil, hareket ve aksiyon adamıdır.

***

Allah’ın bir kuluna lütfettiği en büyük nimet ihlastır.

***

İşlenen günahlar ne kadar büyük olursa olsun, Allah’ın rahmeti her zaman daha büyüktür.

***

Azığı irfan olanlar hiçbir zaman ihlas ve mücahede bezginliğine düşmezler.

***

Cenab-ı Hak’la sağlam bir irtibat tesis edemeyenler, insanlarla da iyi bir münasebet ortaya koyamazlar.

Hakikat Damlaları-4

Allah’a yakın olmayanların ufuklarında her zaman bu’d (uzaklık) rüzgarları eser.

***

Yaptıkları işlere “ben” mülahazasını katanlar onları kirletiyorlar demektir.

***

Beyan, kalbin sesi soluğu olabildiği ölçüde kıymet kazanır.

***

Kulluğunun idrakinde bulunan bir iman erine düşen vazife Sonsuz karşısında sıfır olmaktır. Kendini

sıfırlamayanlar Sonsuz’a kat’iyen ulaşamazlar.

***

İnsanı, Allah’ın rızasına i’lâ-yı kelimetullahtan daha hızlı ulaştıracak bir vesile bilmiyorum.

***

İbadetler, sadece bilmesi bir kıymet ifade eden Zât’ın bilmesine bağlanmalıdır.

***

Sebeplere riayetsizlik de Allah’a karşı bir nevî saygısızlıktır.

***

Hiç kimseye köle olmamanın tek yolu Allah’a halis-muhlis kul olmaktır.

***

Laubalîlik Allah’tan uzakta olmanın, ciddiyet ise Allah’a yakın bulunmanın en açık alametidir.

***

Allah’ım, bize, neyi, nerede ve nasıl konuşacağımızı öğret!

***

Allah’ım! Göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa, hoşnut olmayacağın şeylerle bizi baş başa bırakma!

Gülen Hareketi & Hizmet Hareketi

Gülen Hareketi Allah yolunda hizmettir.Kendi nefsini değil kardeşini düşünmektir.Gülen Hareketi Türk okullarıdır.Hz.Muhammed (S.A.V) Aşkıdır.Ulaşılmak isteyen değil ulaşmak isteyendir.Gülen Hareketi kardeşliktir.Yaşamaktan çok Yaşatma idealidir.Gülen Hareketi hizmet hareketidir ama en büyük olana Allah'a olan hizmettir.Gülen Hareketi bir siyasi kuruluş değil bir gönül muhabbet dostluğudur.Gülen Hareketi Bedüzzaman Hz lerini anlamaktır.Gülen Hareketinin Bir sloganı vardır >>> Biriz Bir deniz Kardeşiz<<<

Türkçe Olimpiyatları

Dil insanların birbirlerini anlamasını ve kaynaşmasını sağlayan bir unsurdur. İletişim çağında kültürlerin birbirleri ile kaynaşması, farklı kültürlere sahip insanların birbirleriyle anlaşması dil ile olmaktadır. Türkiye'nin dünya ülkeleri ile geliştirdiği ilişkiler, Türkçe öğrenen binlerce öğrencinin mevcudiyeti dilimizin hak ettiği konumu elde edeceğinin emareleri sayılır.

Türkçe Olimpiyatları da Türkçemizin dünyada hak ettiği konuma gelmesi ve daha yaygın şekilde kullanılması için oluşturulan bir emeğin ürünüdür. En iyi Türkçe öğrenenleri ödüllendirmek amacıyla 2003 yılından beri düzenlenen olimpiyatlar yurt dışında Türkçeye karşı büyük bir heyecan ve ilgi uyandırmıştır.

Türkçe Olimpiyatları bir final niteliğindedir. Yarışmacılar finale gelene kadar birçok aşamadan geçmektedir. Öğrenciler, sınıf ve okul seçmelerinden sonra ülke seçmelerinden geçerek bu olimpiyatlara katılmaya hak kazanmaktadırlar. Bir eğitim yılı boyunca olimpiyatlara yaklaşık 15.000 öğrenci hazırlanmaktadır.

Türkiye'deki finallere katılmaya hak kazanan öğrenciler, ülkelerini Türkçe olarak tanıtan stantlar hazırlayıp, kültürlerin kaynaşmasına katkıda bulunmaktadırlar. Her yıl, geleneksel bir keyfiyet kazanan olimpiyatların ödül töreninde, Türk diline ve kültürüne hizmet eden devlet büyüklerine, siyaset adamlarına, basın yayın, eğitim ve sanat camiası mensuplarına özel hizmet ödülleri verilmektedir.

Bizler TÜRKÇEDER olarak, Anadolu insanın samimiyetinin neler yapabileceğinin hikâyesini oluşturduk. Topraklarımızdan dünyaya yayılan Türkçenin gücüne inandık. Türkçeyi öğrenen çocukların kardeşlik duyguları ile beslendiklerini gördük.

Mevlana'dan Yunus Emre'den şiirler okuyan, türkülerimizi seslendiren bu çocukların bir yaz başında ülkemize bıraktıkları tatlı bir huzur bunun göstergesi değil midir?

www.turkceolimpiyatlari.org

Gülen Hareketi Nedir ?

Gülen Hareketi toplumsal bir hizmet ve Allah yolunda yürümektir.Çoğu insanın kastettiği gibi cemaatin ülkeyi ele geçirmeye çalıştığı  bir anlayış değildir.Bu Hareket insanların birbirleriyle sıkı bağlar kurmasını sadece bir ülkede değil Türk okullarıyla tüm dünyada var olan kardeşlik bağlarıdır.Türk okullarıyla Eğitim kurumlarıyla oluşumlarıyla bir çok ünlü isminde takdirini kazanmıştır.

Büyük Çilekeş /Fethullah Gülen

Büyük Çilekeş

Kan ter içinde yaşadın kan terdi pazarın;
Yoktu vefadarın...
Sinelere çarpıp geçiyordu ah u zarın..
Ateşten efkarın..
Mağmalar gibiydin yalnız kaldığın günlerde...
Derdin perde perde;
Hasretle geçip gitti hicran dolu anların;
Müşişti kararın;
Nurlar yağıp karanlıkları boğuncaya dek,
Bu kavga sürecek...!
Aşk rehberin olmuştu, mefkuren de dildarın;
Coşkundu esrarın...
İnleyip dolaştın çöllerde...çöldü her yöre;
Ova, dağ ve dere..
Bahar müjdelemiştin, tüllenmeden baharın,
Ümitten diyarın..
Göçüp gittin bir gece tan yeri ağarırken..
Ak horoz öterken...
Hep anıp durmuştun, erdin vuslatına Yar`ın...
Gönüller mezarın...

Fethullah Gülen

Şiiri

Aç Kapını
İltifât et aç kapını bendeni sevindir.!
Nağmeler sun ruhuma ötelerin dilinden;
Sun ve gönlümü saran hafakanlarımı dindir.!
Sunduğun gibi nâçârlara kendi elinden.
Sensin o tek merhametli bana da bir ihsan,
Lutfeyleyip yolumu otağına çevir.!
Yol boyu her dönemeçte nezdinden bir bürhan;
Sal ufkuma ahdini emânıma yetiştir!
İç içe gurbetteyim, yok gurbetlerin dibi,
Ağarsın ak günler, ersin zulmetin eceli.!
Sensin bu gamnâk gönlümün Biricik Sahibi,
Herkes gibi ne olur bana da bir tecellî.!
Ve her ân yepyeni bir vuslat heyecanıyla,
Gönlüme o derin sevginin zevkleri insin.!
Hep kanatlansın ruhum aşkının tufanıyla.
Hicranla köpüren ızdıraplar bir bir dinsin!
Duyayım kalbimde tecellî ettiğin ânı.
Ve bakışlarım sonsuzun rengine boyansın!
Göreyim şevkin vuslata döndüğü zamanı...
İsterse artık her yanım ateşlere yansın...
Bir sırlı âlem ki güneş tıpkı bir bengisu,
Madde çözülüp mânânın bağrında erimiş;
Ruh tecellî avında ve gönül kurmuş pusu,
Herkes bir büyülü temâşâ ufkuna ermiş...
O yerde O’ndan başka hiçbir şey işitilmez,
Kulaklara çarpan ses duyguların bestesi;
Saatler 'tik tak' ve günler doğup-batmak bilmez,
Zaman, mekan bilinmezin sırlı hendesesi...
Fethullah Gülen

1941-1959 Hayat Kronolojisi M.Fethullah Gülen

Doğum Yılı
Fethullah Gülen, resmî nüfus kaydına göre 27 Nisan 1941'de, Erzurum ili, Hasankale (Pasinler) ilçesi, Korucuk köyünde dünyaya geldi.

Babası, Gülen'i doğduğu yıl nüfusa kaydettirmek üzere Hasankale'ye gitmişti. Ancak tek parti iktidarının hüküm sürdüğü o yıllarda nüfus memuru, "Ben bu ismi kaydetmem" deyince babası kızarak nüfus kaydını yapmadan köye geri geldi. Bir süre sonra Ramiz Gülen köyde ihtiyar heyetine seçildi. Köy muhtarı hemen hemen bütün işleri ona devretmişti. Ramiz Bey, köy karakolunun başçavuşuyla birlikte 1942'de yeniden Hasankale'ye nüfus idaresine gitti. Bu sefer iki oğlunu kaydedecekti. Sıbgatullah, ağabeyi Fethullah Gülen'den 2,5 yıl sonra dünyaya gelmişti.

Başçavuş, "Bu isimleri bu şekilde kaydedeceksin" diye sert çıkıp oradan ayrıldıktan sonra nüfus memuru ikisini de kaydetmeye başladı. Ancak her iki kayıtta da yanlışlıklar yaptı. Babasının ismini "Muhammed Fethullah" olarak koyduğu Fethullah Gülen'in ismini "Muhammed" olmadan, doğum tarihini de 1938 yerine 1942 olarak; kardeşi Sıbgatullah'ı ise 1942 doğumlu ve Seyfullah ismiyle kaydetti.

Böylece Fethullah Gülen, 1938 doğumlu olmasına rağmen nüfus kaydında 1942 olarak yer aldı.

Edirne'de memuriyete girişi sırasında ise mahkeme kararıyla yaşı 1 yıl büyütülünce resmi olarak doğum yılı 1941 olarak kayda geçti.
1945Kur'an Öğrenmeye Başladı
Annesinden 4 yaşında Kur'an öğrenmeye başladı ve kısa zamanda Kur'an'ı hatmetti.

'Benim ilk Kur'an hocam validemdir. Kendi anlattığına göre bana dört yaşımda Kur'an okumayı öğretmiş. Bir ay içinde de hatmettiğimi söyler. Ben, hatmettiğimi hatırlamıyorum. Ancak bütün köylüye yemek verdiler. Birisi de bana 'Senin düğünün oluyor' dedi. Utandım, ağladım.'
1946İlkokula Başladı
'O sıralarda köyümüzde ilkokul yoktu. Şu anda da mevcut olan caminin bitişiğindeki medreseyi, sınıf olarak kullandılar. Gündüzleri çocuklara, geceleri de yaşlı erkek ve kadınlara orada okuma-yazma öğretiyorlardı. O yaşlı başlı insanların durumunu pencereden seyreder gülerdim. Bana halleri çok tuhaf gelirdi. Yaşım tutmadığı için ilk sene beni okula almadılar. Okula gittiğimde yaşım yine tutmuyordu; fakat devam ettim. İki veya üç sene okula gittim.'
1949İlkokul Günleri ve Yarıda Kalan Eğitim
Babasının 1949 yılında Alvar Köyü'ne imam olması ve ailesinin oraya taşınması nedeniyle ilkokulu bırakmak zorunda kaldı ve daha sonra dışarıdan tamamladı.

'İki buçuk sene kadar okuduktan sonra okuldan ayrıldım. Babam, İmam olarak Alvar'a gittiği için biz de ailece oraya taşındık. Bir daha da okula gitmedim. Bir ara Korucuk'a gelmiştim. Bu kadın öğretmen beni görmüş ve 'Ben seni dördüncü sınıfa geçirdim' demişti. Fakat onun bu jesti de fayda etmedi. Okula gitmedim. İlkokulu daha sonra, Erzurum'da dıştan imtihanla bitirdim.'
1951Hafızlık Çalışmaları
Babası Ramiz Hocaefendi'den Arapça dersler aldı ve hafızlığını tamamladı.

'Ev işlerinden ve hayvanları gütmekten vakit bulabildiğim ölçüde ezber yapabiliyordum. Buna rağmen iyi çalıştığım günler yarım cüz kadar ezberleyebiliyordum. Zaten yazın vakit bulmam mümkün değildi. O kış hıfzımı tamamladım.' (Küçük Dünyam)

'Ben şahsen hafızım ve hayatımda iki defe hafızlık yapanlardanım. Bir, on küsur yaşlarındayken babam yaptırmıştı. Bazı sebeplerden ötürü üzerinde duramadığımdan tamamen unutmuştum. Daha sonra 1980'lerde tekrar dört ayda hafız oldum. Fakat kemâl-i samimiyetle söylemeliyim ki, onu her okuyuşta yeni yeni ufuklar, yeni yeni kıtalar keşfediyor gibi oldum. Ona gönlünü veren herkesin de aynı şekilde düşündüğünü zannediyorum. Elverir ki, mânâya âşina olarak ondaki ilâhi maksatlar takip edilebilsin ve biraz da –daha önce de bahsettiğim gibi- konsantrasyon içinde ciddî bir biçimde okunsun. (Prizma-4, Kasım 2003)'
1952Hasankale Günleri
Hasankale'de bulunan Hacı Sıtkı Efendi'den tecvit dersleri aldı. Ve dört yaşında başladığı Kur'an'ı 1951 yılında 10 yaşındayken hıfzederek hafızlığını tamamladı.

'İlk defa o yaz, okumam için ev ve tarla işlerinden muaf tutuldum. Çünkü babam beni, Hasankale'de Hacı Sıtkı Efendi diye bilinen bir zatın yanına talim ve tecvit okumak üzere götürüp teslim etmişti. Ancak Hasankale'de kalacak yerim olmadığı için her gün Alvar'dan gidip gelmem gerekiyordu. O sırada on yaşlarındaydım ve her gün 7-8 kilometrelik yolu yaya olarak gidip gelme zorundaydım.'
1954Sadi Efendi'den Arapça Dersler Almaya Başladı
Fethullah Gülen, Erzurum'daki Kurşunlu Camii medresesinde Alvar İmamı'nın (Muhammed Lütfi Hazretleri) torunu Sâdi Efendi'den ders okumaya başladı. İki buçuk ay içinde Emsile, Bina ve Merah'ı metin ezberleyerek okudu. İzhar'ı bitirdi. Kâfiye okumasına lüzum görülmedi ve Molla Câmi'ye başladı.

'Alvar İmamı babama 'Bunu mutlaka okutalım' demiş. Ve beni Alvar İmamı'nın torunu, yaşça benden 5 veya 6 yaş büyük Sadi Efendi'nin yanına verdiler.

Sadi Efendi temiz ve mazbut bir insandı. Ancak yaşı çok gençti ve tecrübesizdi. Beni baştan başlattı. 2,5 ay içinde Emsile, Binâ ve Merah'ı metin ezberleyerek okudum. Daha sonra İzhar'ı bitirdim. Kafiye okutmaya lüzum görmedi ve benden bir sene önce gelmiş talebelerle Molla Cami'ye başlattı.'


10 Ocak 1954'te Büyükanne ve Dedesi Vefat Etti
1954 yılının başında babaannesi Munise hanım ve dedesi Şamil ağa birer saat arayla vefat etti.

Mûnise Hanım kocası Şâmil Ağa'dan bir saat kadar önce vefat etmiştir. Uzun müddet hasta yatar. Vefatından beş-on dakika önce gelini Râfiâ Hanım'ın yardımıyla abdest alır. İkindi namazını eda eder. Sonra da kocasını kastederek: 'İkimiz de dünyadan nasibimizi tam almamışız. Bu gece cenazelerimiz evde kalacak' der. Ve dudaklarından kopan son feryat 'Allah' kelimesi olur. Şâmil Ağa diğer odadadır ve sapa sağlamdır. Hiçbir şikayeti de yoktur. Evdekiler Munise Hanım'ın cenazesiyle meşgul olurken, odadan bir feryât daha kopar. Torunlarından biri 'Dedem öldü' diye ağlamaktadır. Her iki cenaze o akşam evde kalır. Ancak ertesi gün defnedilirler. Kabirleri Korucuk Köyündeki mezarlıkta bulunmaktadır.

Fethullah Gülen babaannesi ve dedesinin ölüm hadisesini şöyle anlatıyor:

'Beni iyice sarsan bir hadise vuku buldu. Herhalde Merah okuduğum dönemdi. Medresede arkadaşların, benden gizlemeye çalıştıkları ve aralarında konuşurken muttali olduğum acı bir haber duydum. Dedem ve ninem vefat etmişti. Dünya başıma yıkılmıştı. Çok sarsıldım. Dersi okuduktan sonra yola çıktım. Tabii ki cenazelerine yetişememiştim..
Şâmil Dedem ki, benim hayatımın bir parçasıydı; Munise Ninem ki, onsuz yaşamak nasıl olur, hayal bile edemiyordum. Fakat şimdi her ikisi de hem de bir saat arayla vefat etmişti. Ben bu ıstıraba nasıl dayanacak, bu hicrana nasıl tahammül edecektim!. (Küçük Dünyam)'
1955Erzurum'daki Talebelik Günleri
Kurşunlu Camii Medresesindeki Sadi Efendi'nin yanından ayrıldı ve Kemhan Camii yanındaki medresede 6 ay kadar okudu. Oradan da ayrıldı ve Taşmescid'e gitti. Metruk haldeki Ahmediye Camii'nde kendi imkanlarıyla bir oda hazırlayarak Zinnur adında bir arkadaşıyla oraya yerleştiler. Burada Osman Bektaş Hoca'dan ders almaya başladı.Edirne'ye gidinceye kadar hep burada kaldı.

'Sadi Efendi ile aramızda bir ara huzursuzluk oldu neticede, medreseden ayrılmaktan başka çarem kalmadı. ' Sadi Efendi'nin yanından ayrılınca Kemhan Caminin yanındaki medreseye gittim. Zaten eşya olarak sadece bir sandığım vardı. Bu medresede beş-altı arkadaş kalıyorduk. Eğer birinin misafiri gelirse, yatacak yerimiz kalmazdı.

Sadi Efendinin yanından ayrılınca Osman Bektaş Hocanın yanına gittim. Osman Hoca fıkıhta hakikaten üstattı. Zaten müftülüğe bir müstefti (fetva sormak isteyen) gelirse, o sırada müftü olan Sadık Efendi kapıcıyı gönderir ve Osman Hoca'yı müftülüğe çağırırdı. Meşguliyeti fazla olan bir insandı. İmkanları da iyiydi.Osman Hoca beni izhardan başlattı. Bir iki ders okuduktan sonra 'Molla Fethullah! Seni bu derslerle meşgul etmeyelim. Sen de Cami oku' dedi.'


İlk Vaazını 14 Yaşında Verdi
Fethullah Gülen Kur'an ve Arapça tahsilini küçüklüğünden beri ara vermeden devam ettirmiş 12 yaşında hafız olmuştu. 1955 yılında henüz 14 yaşında ve Erzurum'daki medreselerde talebe iken Korucuk ve Alvar köylerinde vaazlar vermeye başladı. Bu konudaki ilk tecrübeleri önce kendi hatıratından sonra da Nazlı Ilıcak'ın kaleminden aktaralım.

'14-15 yaşlarımdayken, biraz da babamın alışmamı istemesi sebebiyle Ramazan ayı boyunca köyümüzde vaaz ettim. Enver isminde çok akıllı, mâneviyâta da açık olarak tanıdığım bir amcam vardı. Sokakta yürürken amcam arkamdan yürüyor, önüme geçmemeye dikkat ediyor, çok saygılı davranıyordu. Bir gün 'Amca, dedim, bundan çok müteessir oluyorum, böyle yapmasanız!' deyince bana, 'Oğlum, dedi, 'Ziyareti hürmetli eden sahibidir. Ben bu saygıyı duymazsam halk seni kabullenmez ki!'

Amcamın, yaşımın küçüklüğüne ve onun yeğeni olmama rağmen va'z u nasihat etmem hürmetine bana öyle saygılı davranması hiç hatırımdan çıkmadı. Ben de insanlara faydalı olacağına inandığım arkadaşlarım için aynı hususa dikkat etmeye çalıştım.' (Kırık Testi)

'Bayramlarda, mübarek gecelerde, cuma günlerinde kürsünün karşısına geçip vaaz eden insanları, ve tabii babası Ramiz Efendi'yi büyük bir hayranlık ve can kulağıyla dinledi. Camiden çıktığında ne konuşulduğunu unutmadı. Annesi sorduğunda dinlediklerini kelimesi kelimesine ona anlattı. Yine bir Ramazan akşamıydı. Annesinin pişirdiği iftar yemeğini acele ile yedi ve hemen camie gitti. Biraz sonra babası gelecek ve Alvarlı'lara hitap edecekti. Fethullah, sanki babası sadece kendisine konuşacakmış gibi bütün ruhu ile onu dinlemeye hazırlanıyordu.

Henüz 14 yaşındaydı. Alvar İmamı'nın tavassutuyla Erzurum'da tahsiline devam ediyor, Arapça'yı yeni yeni öğreniyordu. Alvar Köyü eşrafından Kâzım Efendi de o gün camiye ilk gelenlerden biriydi. Tuhaf bir hâli vardı. Fethullah'a insanı şaşırtan bir şekilde bakıyordu. Biraz sonra cami dolmaya başladı. Kâzım Efendi, birden ayağa kalktı. Elinde bir sarık vardı. Babasının vaaza başlamasını bekleyen Fethullah'a doğru yürüdü. Fethullah hayretle Kazım Efendi'ye baktı. Kâzım Efendi, elindeki sarığı Fethullah'ın başına yerleştirdi. O'nu kolundan tutarak kürsüye davet etti... Fethullah donup kaldı. Babasının da içlerinde bulunduğu, doğumunu, bebekliğini, emeklemesini, yürümesini bilen, dini bütün bir cemaate karşı nasıl konuşacaktı? Kâzım Efendi, bu sorularla ve Fethullah'ın heyecanıyla ilgilenmiyordu. Onun kolunu tuttu, sürüklercesine götürdü ve kucaklayıp kürsüye oturttu. Bu öyle bir emr-i vaki idi ki, Fethullah itiraz edemediği gibi, bu olay onun bütün vaazlarının başlangıcı ve kader çizgisi oldu. Babası ile göz göze geldi. Ramiz Efendi de hayret içindeydi. Heyecanını belli etmemeye çalışarak Fethullah'ın konuşmasını bekledi. Fethullah, ilk önce sıkıntı duydu. Hemen ardından açıldı ve mükemmel bir vaaz verdi. Cemaat 14 yaşındaki bu çocuğun vaazıyla coştu. Bazı kişiler neredeyse kendinden geçecek hâle geldiler.

Fethullah Gülen, bundan sonraki günlerde, talebeliği boyunca, her fırsatı değerlendirdi; Alvar'da olsun, köyü Korucuk'ta olsun vaazlar verdi. Erzurum dışında... Alvar'daki ilk vaazından sonra hayatı yeni bir yöne doğru gitmeye başladı. Ertesi sene Ramazan ayında babasının ısrarı ile Erzurum dışına çıkmaya karar verdi. Ramazan boyunca Amasya, Tokat ve Sivas taraflarını dolaştı. Vaazlar etti. Bazı müftüler Fethullah Gülen'e ilgi gösterip vaaz etmesine imkan tanırken bazıları da yaşının çok küçük olduğunu ileri sürerek bu sevdadan vazgeçmesini tavsiye etti. Fethullah kararlıydı. O bildiği yolda yürüyecekti. Sivas'tan sonra Erzincan'a da uğrayarak Erzurum'a döndü. Taşraya bu ilk çıkışı ondaki belli istidatların gelişmesine sebep oldu. Verdiği vaazlardan sonra o çevrelerin okumuş, aydın insanlarıyla özel sohbetler yaptı. Bu sohbetler ona, Korucuk, Alvar ve Erzurum gibi daima tanıdık muhitlerde, birbiriyle hemen hemen aynı bilgilere sahip, aynı ruh halini taşıyan insanların dışında, farklı bilgi ve düşünüşlere sahip insanlar olduğunu öğretiyordu. Bir sohbet esnasında sözü dinlenir birisi, Mehmet Akif Ersoy'un Safahat'ını okumasını tavsiye etti. Gülen, Erzurum'a dönüşte Safahat'ın yarısını ezberledi. (Akşam;Nazlı Ilıcak;20 Mart 1998)


Vaaz Vermesine İlk Kez Kâzım Efendi Teşvik Etti
'Kâzım Efendi, Alvar İmamı'na bağlı saçlı, sakallı, o devirde hacca gitmiş 3-4 adam varsa onlardan birisiydi.

Hocaların meclislerinde hep bulunmuş. Belki eski kültürüyle kitap da okumuş ama çok fazla bir şey bildiği konusunda bilgim yok. Oğulları vardı. Onları da öyle mazbut yetiştirmiş o dönemde. Başlarına Halk Partisi döneminde sarık sararlardı. 2 oğlu da gençti, başlarına sarık sararlardı. Atkıları, kaşkolları sararlardı.

Vaaza çıkarmadan önce ona göre 'ben seni vaaza çıkaracağım' demedi. Babamla birşey konuştular mı onu da bilemiyorum. Yoksa babam mı teklif etti? Bilemiyorum tabii hilafı vaki bir şey olur.

İlk vaazım oldu benim. Belki benim kendi gayretlerim, çalışmalarımla. Arapçaya çalışmaya başladığım andan itibaren Dürretü'l-Vaizin gibi kitaplara falan da bakıyorduk. Babamın kitapları arasında vardır, her kelimeyi lügata baka baka yazmışımdır kitabın kenarlarına. Öyle bir mümaresem de vardı.
Bacağım yetişmezdi kürsüye. Yani ilk okumaya gittiğim seneydi. O zat mazbuttu ahlâken. Daha sonraki dönemde şu tarafını da gördüm onun: Babam öyle çok ince insan olmasına rağmen bana hatim okutmuştu evlerde. Yüzünden Kur'an-ı Kerim okuyordum. Daha sonra O, Erzurum'dan ayrıldıktan sonra hatimlerden aldığım paralar bende hep hicran oldu. Döner dönmez böyle Cenab-ı Hakk'ın bahşettiği bir imkânla ben tesbit edebildiğim kadarla ilk o hatim okuduğum kimselerden aldığım paraları bilmem ki hangi ölçüler içinde zarflara koydum iade ettim. Bunları da kardeşim Hasbi ile gönderdim. Camiden bildiklerimi zarfta kağıda yazmıştım. Hasbi oraya (Erzurum) gidince bilmediklerinden dolayı mı ne ilan ediyor meseleyi ve 'bu zarfları alın, abim gönderdi. Bu işten para almanın caiz olmadığı kanaati var onda' diyor.

Bu iş askerliğim esnasında olabilir. İtiraz ediyorlar. 'Buraya çok büyük adamlar geldi, gitti. Bu icadı O mu çıkarıyor.' diyorlar. İşte o Kâzım Ağa yine oradan kalkıyor, daha hayatta 'Vallahi, işte o tam kendine yakışanı yaptı. Böyle yapılır bu iş zaten' diyor. Ve halk itiraz etmiyor artık. (Kendi Hatıralarından)
12.03.1956Manevi Hocası Alvarlı Efe Hazretleri (d. 1868) Vefat Etti
Muhammed Lutfi Efendi (Alvar İmamı) vefat etti.

'Hayatımın en sarsıcı hadiselerinden biri de Alvar İmamı'nın vefatıdır. O gün ben de Alvar'da bulunuyordum. Hatırladığıma göre kuşluk vaktiydi. Salondaki sedirin üzerinde uzanmış, istirahat ediyordum. Birden hafiften bir ses duydum. Buna ses değil çığlık demek daha doğru olurdu. Kulağımı uğuldatan bu çığlık 'Efe öldü' diye bağırıyordu. Hemen yerimden fırladım. Ceketimi elime alıp koştum. Efe Hazretlerinin evine doğru yaklaştıkça, acı gerçeği anladım; Efe hakikaten ölmüştü.

Alvar İmamı Hazretlerini ne zaman tanıdığımı söyleyemeyeceğim. Zira hayata gözlerimi açtığım zaman, O'nun ağzının şerbetine susamış pek çok gönül gibi, peder ve validemi de o dupduru kaynağın başında buldum. O'nu idrak ettim diyemem; çünkü O, ötelere göç ettiği zaman, ben hayatımın henüz, on altıncı yılının yamaçlarında dolaşıyordum. Buna rağmen ilk şuur ve ilk ihsaslarıma seslenen bir ruh olması itibariyle, benim o idrake kapalı yaşım, başım ve istidatlarımdan daha ziyade, O'nu yine O'nun tenezzüllerinde yakaladığımı, tanımaya çalıştığımı ve bugünkü, seziş, duyuş ve hissedişlerimi o günkü ihsaslarıma borçlu olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim.'
1957Risale-i Nurları Tanıdı ve Değişik Yerlere Vaaza Gitti
Erzurum'da talebelik yıllarında Bediüzzaman'ın yanından gelen Muzaffer Arslan'ın sohbetlerine katılması üzerine risaleleri tanır ve bir daha da sohbetlere katılmaktan geri kalmaz. Ramazan vesilesiyle Amasya, Tokat ve Sivas taraflarını dolaşarak vaazlar verdi ve sohbetler yaptı.

'Kırkıncı Hoca, bana, Selahattin ve Hatem'e Bediüzzaman Hazretlerinin yanından birisi gelmiş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim' dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Çünkü, Bediüzzaman'ın yanında bulunmuş bir insanı ilk defa görecektik. Bu da bizim için çok cazip ve orijinal bir hadiseydi.

Mehmet Şergil'in terzi dükkanına geldik. Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. İlk gece veya ikinci gece orada bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmet Şevket Eygi, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci'dir. Şevket Eygi, yedek subaylık yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri, Muzaffer Arslan'a 'şark'ı bir dolaş gel' demiş o da Sivas, Erzincan ve Erzurum'u dolaşmaya gelmişti. 15 gün kadar Erzurum'da kaldı. İlk gece Hücumat-ı Sitte okundu. Ertesi gün Beşinci Şua'dan ders yapıldı. Bizimle gelen mollalardan bazıları, oradaki tevillere itiraz ettiler ve bir daha gelmediler. Fakat anlatılanlar beni iyice sarmıştı. Bilhassa Muzaffer Arslan'ın bir sahabe hayatı yaşaması, sadeliği ve samimiyeti bana çok tesir etti. Ben zaten sahabe aşığı bir insandım. Onu görünce, işte aradığım insanları buldum, dedim ve bir daha da ayrılmayı düşünmedim.

Muzaffer Arslan'ın pantolonunun iki dizi de yamalıydı. Ceketi de işte ona göreydi. Tabii ki bu sadelik bana apayrı duygular ilham ediyordu. Ayrıca ibadette derinlik vardı. Namaz kılışları, dua edişleri bana bambaşka görünmüştü. Derse gelip gidenlerden Çiğdem Bakkalı'nın sahibi bir Zeki Efendi vardı. Onun dua edişi de çok hoşuma giderdi. Yürekten dua etmesine bayılırdım. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum; fakat kısa bir müddet zannediyorum. Üstad'dan Erzurum'a bir mektup geldi. 'Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad bu mektubu kime dikte ettirmişti?' hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem'e de selam deniyordu. Ben adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmiştim. Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerdedir, kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir daha terk etmedim.'
1959Erzurum'dan Edirne'ye Gitti
Erzurum'dan ayrılarak Edirne'ye gitti. Edirne'de Hüseyin Top hocanın yardımıyla çevre edindi. Girdiği imtihanları kazandı, ancak askerliğini henüz yapmadığı için 6 Ağustos 1959'da resmen Üçşerefeli Cami ikinci imamlığına tayin edildi. İki buçuk sene Üçşerefeli Cami'nin bir penceresinde kaldı.

'Babam mutlaka Erzurum'dan dışarı çıkmamı istiyordu. Buna her defasında annem karşı çıktı. Fakat sonunda babamın dediği oldu. Annemin de muvafakatını alarak Edirne'ye gitmeme karar verildi. Edirne'de Hüseyin Top Hoca vardı. Bizim akrabamızdı. Bana sahip çıkar diye oraya gitmem uygun görülmüştü. 18 yaşını aşmıştım. 'Seyahat Ya Resülallah!' dedik ve Edirne'ye doğru yola çıktık. Edirne'ye giderken, yol güzergahında bazı yerlere uğrayarak gittim. Hüseyin Top Hoca beni İbrahim Efendi'ye (Edirne Müftü Vekili) götürdü. O beni biraz genç görmüş olacak ki imtihan etmesi gerektiğini söyledi. Ben kabul ettim. Şimdi hatırlayamayacağım bir kitabı rasgele açıp elime verdi ve 'Oku' dedi. Bu bir fıkıh kitabıydı. Çıkan yeri okuyup mana verdim. İbrahim Efendi dışarı çıkmamı söyledi. Biraz sonra Hüseyin Efendi dışarı çıkıp yanıma geldi. Yüzündeki sevinç ifadesinden işin müspet gittiğini anladım. Hüseyin Efendi de içeride konuştuklarından bahsetti. İbrahim Efendi'nin 'Genç ama kendini iyi yetiştirmiş' sözü benden çok Hüseyin Efendi'yi sevindirmişti.

Bir iki ay kadar Akmescit'te namaz kıldırdım, vaaz verdim. Zaten bu arada Ramazan ayı da gelmişti. O sıralarda vaizlik imtihanına girmek için Ankara'ya gittim. 15 gün kadar Ankara'da kalıp tekrar Edirne'ye döndüm. İmtihan neticeleri daha sonra belli olacaktı. Ve bir gün Edirne Müftülüğüne Ankara'dan bir telefon gelmiş. Arayan Mustafa Zeren'dir. 'Yeğenimin gözlerinden öperim, imtihanı kazandı' diye bir mesaj bırakmış. Hüseyin Top yine çok sevinmiş. Çarşı pazar beni aramaya başlamış. Nihayet beni buldu, caddenin ortasında müjde verdi, boynuma sarıldı; 'İmtihanı kazandın' dedi. Bir dilekçe yazdım ve Edirne Müftülüğüne talip oldum. Diyanet'ten gelen cevap olumsuz oldu. 'Askerliğinizi yapmadığınız için sizi müftü tayin edemiyoruz' diyorlardı.

Müftülük, münhal bulunan yerler için bir imtihan düzenledi. Bu imtihanda birinci oldum. Hakkım, Üçşerefeli Cami'e imam olmaktı. Ancak İbrahim Efendi'nin kayırdığı bir başkası vardı. 'Senin puanın fazla; o da askerliğini yapmış. Onun için sizi müsavi kabul edip kur'a çekeceğiz' dedi. Kur'a çekildi ve hak yerini buldu. Üçşerefeli Cami'e ikinci imam olarak tayin edildim. Bu benim memurluğa ilk başladığım (6 Ağustos 1959) tarihtir. Maaşın 200 lira, dediler, 30 lirasını kesip elime 170 lira verdiler.'


'Ruhani Reislik' Yaptı
Edirne'de bulunduğu sıralarda mahkemeden çağrılarak iki idamlık için 'ruhani reislik' yapması istendi. Bu arada evlilik teklifleri de geliyordu kendisine. Ancak o kabul etmedi.

'Edirne'ye ait unutamadığım hatıralardan biri de iki idamda ruhanî reislik yapmış olmamdır.

Bunlardan ilki 1959 senesinde oldu. Benim Edirne'de ilk senemdi. Üçşerefeli Cami'de imamlık yapıyordum. Bir gün biri geldi ve 'Gani Bey seni istiyor' dedi. Gani bey hâkimdi. Ben kendisine bazı kitaplar vermiştim. İlk önce endişe ettim. Ve yanına bu endişe ile gittim. Bana: 'Bir idamlık var. Seni Ruhani Reis olarak bulundurmaya karar verdik.' dedi. Esasen hassas bir insanım. Böyle bir teklife 'Evet' demem mümkün değil. Ancak daha önceki endişem çıkmayınca ben gayri ihtiyarî olumlu cevap verdim. Beni tanıyıp itimat ettikleri için çağırdıklarını söylediler.

Eskiden idamlar millete ibret olsun diye açıkta yapılırdı. İhtilalden sonra açıkta idamı kaldırdılar. Gece beni gelip aldılar. Arabaya binip hapishaneye gittik. İdamlığın adı Rasim Dik'di. Hücreye girdik. Elleri bağlıydı. Herhalde saldırmasın diye bağlamışlar.

Artık meşhur olduğumdan ikinci idama yine beni çağırdılar. O zaman dışarıda asmak yasaklanmıştı.İkinci idamlığın adı Mehmed'di. Mehmed çok temiz çehreli bir gençti. Katil olacağına ihtimal vermiyorum. Bizi görür görmez ayaklarının bağı çözüldü. Felç olmuştu. Bir kanepeye oturduk. Anlatmaya başladım: 'Mehmed, işte durum bu. Meclis tasdik etmiş. Bundan sonra başka çare yok. Allah'a giden bir yoldasın ve başka yollar da kapalı..'Abdest almak ister misin? diye sordum. İsterim dedi. Ayaklarına gelince takati kesildi., Bugünkü gibi hatırımda. Ve bunları ben vicdanımda yaşadım. Yıkayamadı ayaklarını... Amentü'yü okutmaya başladım. Biraz okuyor; fakat gerisini getiremiyordu. Kelimeler aklından siliniyordu. Arada da 'Beni bir daha adlî tıpa verseniz' diyordu. Halbuki adlî tıpa verilse ne olacak. Yaşayacağı bir iki hafta daha. İşte orada hayatın kıymetini daha iyi anladım. Sanki idama götürülecek olan o değil de bendim. Aradan seneler geçmesine rağmen hatırladıkça bu hicranı yaşarım. Mehmed'e çok acımıştım. Bir çoban öldürmüş dediler ve onun boynuna da böyle bir yafta astılar..'

M.Fethullah Gülen Hocaefendinin sunmuş olduğu hizmetlerin ve bu yolda var olanların buluşma alanı.