Kırık Testi- İmanın Tadını Almak İçin...

Degerli Kardeslerim M.Fethullah Gulen Hocaefendinin  Imanin tadini Almak icin yapilmasi gerekenler tadini almak
Soru: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in sünneti olarak her sabah okuduğumuz duaların birinde "Allahümme habbib ileyne'l-imâne ve zeyyinhü fî kulûbina ve kerrih ileyne'l-küfra ve'l-füsûka ve'l-ısyân vec'alnâ mine'r-raşidîn" diyoruz. Bu duanın manasını ve onu tekrar ederken hangi mülahazalar içinde bulunmamız gerektiğini lutfeder misiniz?
Peygamber Efendimiz'in hayat-ı seniyyeleri âdeta bir yalvarış ve yakarış dantelası mahiyetindeydi; O, sabah kalktığında, akşamı idrak ettiğinde, abdeste yöneldiğinde, ezanı dinlediğinde, Hakk'a kurbet vesilesi sayılan her ibadetin içinde ve sonunda, yeme-içme, uyuma, yolculuğa çıkma, seferden dönme, arzî ve semavî belâ ve musibetlere maruz kalma esnasında, hastalık ve rahatsızlıklara müptela olduğunda, keder ve sevinç vesilelerinin zuhuru hengâmında hep el açar, Mevlâ-yı Müteâl'e yönelir, tazarru ve niyazla iki büklüm olur ve sürekli O'na yalvarırdı. Kur'an-ı Kerîm'in sabah ve akşam vakitlerinde Allah'ı zikretme üzerinde hususiyle durmasından olsa gerek, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu vakitlere özellikle önem verir, her sabahı ve her akşamı bereketli birer dua zamanı olarak değerlendirirdi.
Allah Rasûlü'nün bilhassa hemen her sabah namazından sonra tekrarladığı dualardan biri de sorunuza mevzu teşkil eden şu mealdeki dua idi: "Allahım, imanı bize sevdir ve onu kalblerimizde güzelleştir, gönüllerimizi onunla donat; küfre, fıska ve isyana karşı içimizde tiksinti uyar ve bizi rüşde ermişlerden, doğru yolu bulmuşlardan eyle."
Teennî Rahman'dan, Acele Şeytan'dan...
Aslında bu dua, Hucurât suresinin 7. ayet-i kerimesinden muktebestir (alınmıştır). Müfessirlere göre, söz konusu ayet, Benî Mustalik kabilesiyle alakalı bir haber üzerine gelişen hadiseler münasebetiyle nâzil olmuştu. Mustalik oğullarının zekat vermeye yanaşmadıkları ve Peygamber Efendimiz'le savaşmak için hazırlık yaptıkları şeklinde bir haber ulaşmıştı mü'minlere. Bu haber karşısında çok heyecanlanan bazı sahabiler hemen saldırıya geçmek gerektiğini söylemiş ve âsilerin çabucak cezalandırılmaları istikametinde görüş beyan etmişlerdi. Haddizatında o birkaç sahabinin fevrîlikleri, Allah'ın dinine bağlılıklarından, kalblerindeki iman aşkından, küfre ve isyana karşı duydukları öfkeden dolayıydı. Mustalik oğullarının, Allah Rasûlü'nün emrine itaat etmediklerini ve zekat vermeye yanaşmadıklarını duyar duymaz, gönüllerindeki din gayretiyle hemen ayağa kalkmış ve Rasûl-ü Ekrem'e isyan eden bu kabileyle savaşmak üzere yola koyulma niyetlerini izhar etmişlerdi.
Fakat, Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) onların savaş isteklerini hemen kabul etmemiş, önce durumun incelenip haberin doğru olup olmadığının tesbit edilmesi lazım geldiğini söylemiş ve bu vazife için de Hazreti Halid'i görevlendirmişti. Hazreti Halid (radiyallahu anh) gece vakti Benî Mustalik mahallesine varmış, gözcülerini onların arasına göndermiş ve kendisi de etrafı kontrol etmişti. Gözcüler geri dönünce, Mustalik oğullarının İslam'a bağlı olduklarını, onların ezanlarını duyduklarını ve namazlarını gördüklerini haber vermişlerdi. Sabah olunca Hazreti Halid bizzat Mustalik oğullarına gitmiş; onların kat'iyen isyan etmediklerini, biatlarını koruduklarını, zekatı bir vazife bildiklerini ve onu îfâ etmeye gönülden razı olduklarını görmüştü. Şahit olduğu manzara karşısında çok memnun kalan Hazreti Halid durumu Rasûlullah'a iletince, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) "Tedbirli davranmak Allah'tan, acele ise şeytandandır." buyurmuştu. İşte, bu olayın akabinde hükmü kıyamete kadar kalacak ve benzer meselelerde müslümanlara hep ışık tutacak olan söz konusu ayet indirilmişti.
İçinizde Allah Rasûlü Var!...
Sorduğunuz duanın da menşei olan bu ilahî beyan meâlen şöyledir:
"Hem düşünseniz ya, Allah'ın rasûlü sizin aranızda bulunmaktadır. Şayet o pek çok işte size uysaydı, haliniz yaman olurdu. Ama Allah size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde güzelleştirdi; inkârdan, fâsıklıktan ve isyandan ise sizi iğrendirdi. Zaten doğru yolda yürüyenler de Allah'ın bu lütuflarına mazhar olan kimselerdir." (Hucurât, 49/7)
Cenâb-ı Hak, herhangi bir teklifle gelen ve kendi fikrine göre hareket edilmesini dileyen kimselere aslında âşikar olan, çok mühim bir hakikati hatırlatıyor; onlara önce "Düşünseniz ya, Allah'ın rasûlü sizin aranızda bulunmaktadır; bilin ki Allah'ın elçisi içinizdedir." diyor. Her şeyi gören, her sesi işiten ve her şeyi bilen Cenâb-ı Hak ile sürekli irtibat halinde bulunan Rasûl-ü Ekrem'in -o engin firaset ve basiretiyle her zaman tam isabet kaydedecek olsa da- yalnız başına adım atmadığını, her zaman vahiyle müeyyed olduğunu ve Allah'ın hıfz u inayeti altında bulunduğunu, dolayısıyla da kat'iyen ümmetini tehlikeli yola sevketmeyeceğini, felakete sürüklemeyeceğini ve asla onlara yanlış yaptırmayacağını belirtiyor. Birisi gizli bir iş yapsa, birisi bir yalan söylese, bir başkası bir sır taşısa ve bir diğeri bir entrika çevirse, bunların hepsini ve olup biten her şeyi Cenâb-ı Hakk'ın görüp bildiğini ve dilediğinde Peygamberine haber verdiğini vurguluyor. Bazılarının bir anlık heyecanla bu hakikati hatırdan çıkartmış olmalarına binaen, onlara nasıl bir rehberin ardında olduklarını bir kere daha hatırlatıyor.
Daha sonra Allah Teâlâ, "Şayet o pek çok işte size uysaydı, haliniz yaman olurdu." diyerek, onlara kendi tekliflerinde ısrarcı davranmamalarını, herhangi bir meselede Rasûl-ü Ekrem'in seçtiği yolun mutlaka en selametli yol olacağını, O'na itaat ettikleri sürece muhtemel pek çok sıkıntı ve beladan sağ salim kurtulacaklarını ve mutlaka sâhil-i selamete ulaşacaklarını ihtar ediyor. Allah Rasûlü'nün gösterdiği istikamette hareket etmenin onlar için her zaman daha hayırlı, daha kolay ve daha zahmetsiz olacağını ve bu gerçeğe rağmen, Rasûlullah'a ısrar eder de onu hayırlı olarak gördükleri hususlarda kendi görüşlerine uymaya zorlarlarsa, çok büyük sıkıntılara düşeceklerini bildiriyor. Bütün işlerinde Cenâb-ı Hakk'ın ve O'nun elçisinin emirlerine göre adım atmalarını, teslim ve tevekkül üzere yaşamalarını ve neticede yüce Allah'ın takdirine razı olmalarını tembih ediyor.
İmanla Mamur Gönülller
Allah (Azze ve Celle) bu ikazların akabinde, Ashâb-ı kirâmı tezkiye ediyor; aralarından birkaç kişi fevrî davransa ve kendi fikirlerine uyulmasını dilese de, umum sahabenin teennî ile hareket ettiğini; çoğunluğun Rasûl-ü Ekrem'in emir ve işaretlerini bekleyerek hakikî mü'minlere yakışır bir tavır sergilediğini îmâ ediyor. Sahabe arasında bazı gençlerin, münafıklar tarafından sıkça tekrar edilen "Eğer bizi dinleseydiniz başınıza bunlar gelmezdi" şeklindeki alaylı sözlerin de tesiriyle, muvakkaten kendi tekliflerine uyulmasını mantıklı görmüş, aceleci davranmış, yakışıksız mütalaalarda bulunarak sevimsiz beyanlarla Rasûl-ü Ekrem'i üzmüş ve bir süre fikirlerinde ısrar ederek işi kendileri hakkında zorlaştırmış olabileceklerini, ama bunların sayısının çok az olduğunu, neredeyse bütün Ashâb-ı kirâmın kendilerine yakışan şekilde davrandıklarını belirtiyor. Sonra da onların imanın tadını almış, gönlü onunla mamur kılınmış, içine küfür, fısk ve isyana karşı tiksinti salınmış hâlis mü'minler olduklarını ve yürüdükleri yolun doğruluğunu nazara veriyor. Dahası, gençliğin verdiği coşku ve imanın hasıl ettiği heyecanın da tesiriyle geçici bir süre hislerine mağlup olup âsilerle savaşılması konusunda Allah Rasûlü'ne karşı farklı teklifler öne süren kimselerin de, o ilk şok anından sonra tekrar sükûnete erdiklerini, ilahî bir nimet ve ihsan olarak kalblerine doldurulan iman sevgisi ve küfür, fısk, isyan türünden günahlara karşı tiksinti hissi sayesinde rüşde ermiş, hakikati bulmuş sahabilerin arasına dahil olduklarını îmâen ifade ediyor.
Ayrıca, bu ayet-i kerimede sevginin ve imanın gereğine de vurguda bulunuluyor. Âdeta, sahabe-i güzin efendilerimize şöyle deniyor: Allah size imanı sevdirdi, onu kalblerinize sevgili kıldı, dolayısıyla iman ettiniz; gönüllerinizi saran o imanı zamanla daha bir güzelleştirdi, içinizi onunla donattı ve iman sizi Peygamberin etrafında hâlelenmeye, imanın gereğince salih ameller işlemeye sevketti, bu niyetle Allah Rasûlü'ne biat ettiniz. Madem, imanı sevdiniz ve onunla kalbinizin şenlendiğini hissettiniz, Rasûl-ü Ekrem'i sevdiniz ve onun yolunda olacağınıza söz verdiniz, öyleyse o size ne teklif ederse etsin, ona itaat etmeli ve emre itaatteki inceliği kavrayarak bütün emirlerine bilâ kayd u şart inkıyadda bulunmalısınız. "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin." (Âl-i İmran, 3/31) ayet-i kerimesinde dile getirildiği üzere, Rasûlullah'a itaat etmelisiniz ki Allah da sizi sevsin, sizin hakkınızda sevmek fiilinin lazımını yerine getirsin.
Küfür, Fısk ve İsyan
Allah Tebâreke ve Teâlâ imanın zikrinden sonra üç felaket sebebine dikkatleri çekiyor; "İnkârdan, fâsıklıktan ve isyandan ise sizi iğrendirdi." diyerek, kalbin küfür, fısk ve isyanı kerih bulmasını, onlardan iğrenmesini de ilahî bir nimet olarak zikrediyor.
Malum olduğu üzere; küfür, imanın zıddıdır; Allah'a inanmamak, hakkı kabul etmemek ve inkâr ile Allah'ın nimetlerini örtmek demektir. Haddizatında, bir kalbe imanın sevdirilmesi ve onunla gönlün mamur edilmesi küfürden iğrenmeyi gerektirir. İmanın tadını alan bir insan küfürden mutlaka tiksinir. Nitekim, İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) şöyle buyurmuştur: "Şu üç haslet kimde bulunursa, o imanın tadını duyar: Allah'ı ve O'nun Rasûlü'nü her şeyden ve herkesten daha fazla sevmek; sevdiğini yalnız Allah rızası için sevmek ve Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre düşmeyi ateşe atılmaktan daha kerih görmek." Evet, imanın tadını alan bir insan Allah'ı ve Rasûlü'nü her şeyden artık sever, onları andığı zaman adeta burnunun kemikleri sızlar. Sevdiğini Allah için sever; Allah'a kulluğundan, O'na yakınlığından, O'nun yolunda bir tebliğ adamı, bir münadî, bir müezzin olduğundan ve insanları Hakk'a ulaştırmaya gayret ettiğinden dolayı Hazreti Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Rabbanî, Hazreti Bediüzzaman gibi kimselere karşı muhabbet besler. Diğer insanlara ve sâir mahlukata karşı alâkası da hep Cenâb-ı Hak'tan ötürüdür. Bir de, Allah, Cehenneme yuvarlanma sebebi olan küfürden kurtarıp imana erdirdikten sonra yeniden küfre ve küfrün sebeplerine dönmeyi ateşe atılmak gibi çirkin görür, böyle bir âkıbetin hayaliyle bile ürperir ve tir tir titrer. Sürçmemek, düşmemek ve bütün bütün kaybetmemek için Gaffâr u Settâr'a sığınır; küfre açılan kapılardan da hep uzak kalmaya çalışır. Fısk ve isyan da küfre ve ebedî hüsrana açılan o kapılardandır ve imanın neşvesini kalbinde duyan bir insanın bu iki tehlikeli sahadan fersah fersah kaçması gerekmektedir.
Fısk; Allah'ın emrini terk etmek, hak yoldan çıkmak ve büyük günahları işlemek veya küçük günahlarda devam etmek suretiyle Allah'a itaat dairesinden uzaklaşmak manalarına gelir. Dinin vaz'ettiği çerçevede kalmayan, diyanetin belirlediği daire içinde hayatını sürdürmeyen kimseye "fâsık" denir. Fıskın, zararlı olmak, söz dinlememek ve sürekli kötülük yapmak gibi anlamları da vardır; bundan dolayıdır ki, farklı rivâyetleri bulunan bir hadiste beş çeşit hayvan için fâsık terimi kullanılmıştır. Deliklerinden çıkıp evin içinde cirit attıklarından ve etrafa zarar verdiklerinden dolayı "fevâsıku'l-büyût" olarak da anılan fareler bunlardandır. İsyan ise, itaatsizlik, ayaklanma ve başkaldırma demektir; Allah'ın emirlerine karşı gelme, O'na itaat etmeme ve günah işleme manalarına gelmektedir.
Evet, ayet-i kerimede küfür imana, fısk ve isyan da imanın tezyinine, güzelleştirilmesine karşılık olarak getirilmiş gibidir. Bu itibarla, burada füsûk yalancılık demektir, doğruluk ve itaatten kavlen çıkmayı ifade eder; isyan ise, emri terk ile fiilen tâatten çıkmak mânâsındadır.
Yetmiş Yaşındaki Yaramaz Çocuklar
Bahsini ettiğimiz âyet, "İşte doğru yolda ‎ olanlar, gerçek rüşde erenler bunlardır." ifadesiyle sona ermektedir. Demek ki, rüşde erenler, ancak imanı sevip onunla kalbini güzelleştiren, gönlünü iman şualarıyla ışıklandıran, küfrü, fıskı ve isyanı iğrenç görüp onlardan sakınan ve hep imanın gösterdiği istikamette ilerleyip doğruluk ve itaatten hiç ayrılmayan kimselerdir. Demek ki, rüşde ermek yaş ile olmamaktadır. Nice yetmiş yaşında insanlar vardır ki, henüz onbeş yaşını idrak etmemiş çocuklar gibi yaşamaktadırlar. Önlerini arkalarını bilmeyen, hevâ-yı nefse uyup her gün tonla günah işleyen bu yaramazların ne gözleri kontrol altındadır ne de kulakları.. ne dilleri günahtan uzaktır ne de sâir uzuvları... Rüşd, iyiyi-kötüyü ayırabilme, hak yolunda sağlam, sabırlı ve tam bir isabetle dosdoğru yürüme demektir. Bu itibarla da, rüşde ermiş, kendini idrak etmiş ve doğru yolu bularak sırat-ı müstakime girmiş insan arıyorsanız, onları ancak imanı sevip gönlünü onunla zinetlendiren küfür, fısk ve isyandan da nefret eden kimseler arasında bulabilirsiniz.
Şayet, bir insan -inandığını iddia ettiği halde- küfre karşı teyakkuzda bulunmuyorsa, fısk u fücur deryasına yelken açmışsa, isyan vadilerinde dolaşıp duruyorsa, gözünü-kulağını, dilini-dudağını harama açık tutuyorsa... yaşı kaç olursa olsun, ona râşid demek, onun rüşde erdiğini söylemek çok zordur. Böyle biri hakkında verilecek hüküm, olsa olsa sefih, bunak, aptal ve akılsız şeklinde olacaktır. Neden? Çünkü, böyle biri, kalbini yaralıyor, dünyada iman evini yıkıyor ve ahiret hayatını dinamitliyor demektir. İşlediği günahlarla Cennet saraylarını yıkan bir insana nasıl rüşde ermiş denebilir ki? Her bir günahla oradaki kasırlarının bir tarafını çökerten ve Cennet otağını harap eden bir insanın iyiyi-kötüyü tefrik edebildiği söylenebilir mi?.. Hazreti Pir-i Mugân "Burada bir 'elhamdülillah' dersin orada bir Cennet meyvesi yersin" demiyor mu? Öyleyse, burada bir namaz kılarsın, orada bir Cennet kasrı kurarsın... Burada bir günah işlersin, orada kocaman bir sarayı yerle bir edersin... Evet, beyan-ı ilahîde bu hususa da işaret edilmiş ve rüşde ermenin dinamikleri bir bir sayılıp doğru yolda bulunuyor olmanın şartları belirtilmiştir.
İşte, ömrünün hemen her anını tazarru ve niyaz ile değerlendiren Seyyidü'l-mürselîn efendimiz, mezkur ayet-i kerimeden iktibas ettiği ifadeleri de dualaştırmış ve "Allahümme habbib ileyne'l-imâne ve zeyyinhü fî kulûbina ve kerrih ileyne'l-küfra ve'l-füsûka ve'l-ısyân vec'alnâ mine'r-raşidîn" yakarışıyla Allahu Azimüşşân'a teveccühte bulunmuştur.
Sürekli Teveccüh
Peygamber Efendimiz bu duasında söz konusu ilahî beyanda üzerinde durulan önemli bir hususu da nazara vermiştir. Cenâb-ı Allah, mü'minlerin kalblerinde iman meşalesini tutuşturanın, onları küfür, fasıklık ve isyan şerrinden kurtaranın ve rüşde ermiş, doğru yolu bulmuş kimselerden kılanın bizzat Kendisi olduğunu hatırlattığı gibi; Allah Rasûlü de "Allahım bizi rüşde erenlerden kıl" derken "ic'alnâ" ifadesini kullanmış ve sırat-ı müstakimi bulmanın ancak Cenâb-ı Hakk'ın ca'liyle mümkün olacağına dikkat çekmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de çok yer alan ve dualarımızda sıkça kullandığımız "ca'l" kelimesi sürekli teveccühün ve duada temadînin lüzumuna işaret eden bir ifadedir. Çünkü, Hazreti Adem'in hilafeti Cenâb-ı Hakk'ın ca'liyle olduğu gibi, insanların dünyada iyi birer mü'min olmaları da yine O'nun ca'line, lütuf ve ihsanıyla öyle eylemesine bağlıdır. İşte, bu hakikat çok önemli bir tembihi ihtiva etmektedir. Bu kelimenin tercih edilmesinin manası şudur: Sizin bir kere bir lutfa mazhar olmanız, bir ihsanla serfiraz kılınmanız ve bir konuma ulaştırılmanız, o lütf u ihsanla gelen nimete sahip olduğunuz ve konumunuzu temellük ettiğiniz manasına gelmez. Bir mevkiye ulaşmanız, orada kalmanız adına yeterli teminat sayılmaz. O nimet size ait değildir; birisi tarafından verilmiştir ve temâdîsi de liyakatınızı izhar etmenize bağlanmıştır. Dolayısıyla, onun verildiği gibi alınması da her an ihtimal dahilindedir.
Mesela, insana bahşedilmiş olan halifelik, yani yeryüzünde Cenâb-ı Hakk'ın halifesi olma şeklindeki o yüce makam, insanın kendi malı değildir; ona emanettir ve her an onun elinden alınabilir. Nasıl ki, şeytan, ihraz ettiği konumu kendi malı gibi görmek suretiyle kibre kapıldı, aldandı ve tavrını iyi belirleyemediğinden dolayı baş aşağı gayyaya yuvarlandı; Hazreti Adem için de öyle bir ihtimal mevzubahisti; yapması gerekli olan şeyi, yapması gerektiği yerde yapmasaydı hilafeti elinden alınırdı. Fakat, Hazreti Âdem, "Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer merhamet buyurup da kusurumuzu bağışlamazsan apaçık hüsrana uğrayanlardan oluruz!" (A'râf, 7/23) türünden sızlanışlarıyla kulluk edebine riayet etmişti. Halkına kızan, onlardan ayrılan, sonra gecenin, denizin, dalgaların ve balığın karanlıkları içinde "Ya Rabbî! Yegâne ilah Sensin, Senden başka mabud-u hakiki yoktur. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, yücesin. Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!" (Enbiya, 21/87) şeklinde Mevlâ-yı Müteâl'e yakaran Hazreti Yunus, hâlis bir kula yakışan tavrı takınmış ve bu sayede Hak karşısındaki konumunu korumuştu.
Hem ayât-ü beyyinâtta zikredilen kelimeler hem Enbiya-i İzam efendilerimizin tavırları hem de Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in ifadeleri bize hâl-i hazırdaki durumumuza güvenmememizi, "Bir kere bulduk, kurtulduk" şeklindeki mülahazalara asla düşmememizi ve her zaman tazarru ve niyazla Cenâb-ı Hakk'a yönelip O'nun hıfz u inayetine sığınmamızı tembih etmektedir. Demek ki, insan-ı kâmil ufkuna yürüme ve en azından mü'minlik vasfını yitirmeme ancak böyle sürekli bir teveccühle mümkün olmaktadır.
Evet, gerçekten inanmış ve rüşde ermiş bir mü'min, her türlü günahı çok kerih gören ve günaha, hataya, hiçbir ma'siyete asla bulaşmamaya çalışan insandır. O, işleyeceği her günahla, kendisine bahşedilen iman kristalinin kirleneceğine, hatta çatlayacağına inanır. Bir yerde, herhangi bir şekilde sürçüp günah işlediği ve isyan atmosferine kaydığı zaman ise, hiç vakit kaybetmeden kalkıp tevbe ve istiğfarla yeniden arınır. Bu arınma ameliyesini de kesinlikle tehir etmez; çünkü her an sırtındaki o Kafdağı'ndan daha ağır yükle, Rabbinin huzuruna gitmeyeceğine dair elinde bir senet yoktur. Günaha bir dakika bile ömür bağışlamanın kendi aleyhine olduğunu çok iyi bilir. Onun itikadına göre, hiçbir günaha bir an dahi olsa yaşama hakkı verilmemelidir. Zira o, tevbe ile çabucak silinmezse, kalbi ısıran zehirli bir yılan halini alıp orada yuvalanabilir ve üreyip çoğalabilir. Tevbesi geciktirilen her günah yeni bir günaha davetiye sayılır. Öyleyse, hakîkî bir mü'min, herhangi bir günah işlese, mesela, gözüne bir haram girse, haram bir lokma yese, bir yalan söylese... hemen o vebalden kurtulmanın bir yolunu aramalı, daha bir-iki dakika geçmeden alnını secdeye koymalı, tevbe ve istiğfarla yunup yıkanmalı ve yeniden her an Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna çıkmaya hazır hale gelmelidir.
Sevdir Bize Hep Sevdiklerini...
Hasılı, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in, kısaca meâlini verdiğim ve işaret ettiği hususlara değinmeye çalıştığım ayet-i kerimeden muktebes olarak, her sabah tekrar ettiği bu duayı biz de sabah-akşam kendimize vird edinmeli ve hep onun hatıra getirdiği mülahazalarla Rabbimize yönelmeliyiz; Rahman ü Rahim'e şu duygularla seslenmeliyiz:
Allah'ım imanı bize sevdir; canımızdan, kanımızdan, hayatımızdan daha çok sevelim onu. Rabbim iman esaslarıyla kalblerimizi donat; Zât'ının sevgisini sal gönüllerimize, Habîb-i Edîbinin muhabbetini doldur sinelerimize ve sevdiklerini sevdir bize. "Şaşırtma bizi, doğruyu söylet; neşeni duyur, hakikatı öğret. Sen duyurmazsan biz duyamayız, Sen söyletmezsen biz söyleyemeyiz; Sen sevdirmezsen biz sevemeyiz. Sevdir bize hep sevdiklerini, yerdir bize hep yerdiklerini, yâr et bize erdirdiklerini." (M. Hamdi Yazır) Aşk u muhabbetle vicdanlarımızı öyle aydınlat ki, imanı içimizde çok renkli, çok gözalıcı ve pek müzeyyen bir şekilde görelim; onu nazarlarımızı mâsivâdan çekip alan en süslü ve en ziynetli bir sevgili olarak hissedelim. Ruhlarımız imanla öyle kanatlansın ki, ne dünyanın cazibedar güzellikleri, ne ahiretin tarifi imkansız nimetleri, ne de Cennetlerin debdebesi bakışlarımızı döndürebilsin.
Değil mi ki, iman, bu hakikatların hepsinin ve bütün nimetlerin çekirdeğidir; Hâlık-ı Kâinat ile münasebetlerimiz, Peygamber Efendimiz'le irtibatımız, Cenâb-ı Hakk'ın teveccühlerine, nazarlarına, dünyevî-uhrevî iltifatlarına mazhariyetimiz ve ahiretin güzelliklerine, Cennet nimetlerine, ebedi saadete ulaşmamız.. evet bütün bunlar hep iman çekirdeğinin neşv ü nemâ bulmasıyla gerçekleşmektedir; öyleyse, iman sevgisi ve gönlün onunla tezyini dünyevî mutluluklardan da, Cennet'e nâil olmaktan da, Cehennem'den kurtulmaktan da önce gelen bir lütf-u ilahîdir. İşte, bu gerçeği idrak etmiş olarak yalvarıyorum Allahım, her güzelliğin özü ve esası olan imanın neşvesini ruhlarımıza tam duyur ve gönüllerimizi onunla doyur. İman esaslarını bize çok parlak ve pek cezbedici göster.
Rabbim, küfre ve bizi küfre sürükleyecek bütün günahlara karşı içimizde tiksinti uyar. Hâssaten, iman, İslam, din ve diyanet dairesinden başımızı dışarıya çıkarıp fasıklar arasında yer alma ve emirlerine başkaldırıp âsilerle aynı çukura yuvarlanma gibi kötü akıbetlerden bizi muhafaza buyur. İmanın tadını aldıktan sonra yeniden küfür yoluna girmeyi ve ebedî hüsrana yürümeyi ateşe atılmaktan daha fecî bir durum olarak algılayıp, öyle bir encâma uğramamak için iradelerimizin hakkını vermemizi nasip ve müyesser eyle. Bizi, hakkı hak bilip ona sarılan, batılın butlanını görüp ondan kaçınan salih kullarından kıl... Âmin.

Sohbetinden Fethullah Gülen: Ramazan ve Dua

M.Methullah Gulen Hocaefendi Bu sohbetinde Ramazan ve Dua konusunu islemis ve bamteline dokunan bir konusmada bulunmustur..

Çaresizlerin duası ve ardına kadar açılan rahmet kapıları

 Degerli Kardeslerim Hocaefendi bu sohbetinde Dua ve Kabul ufkunun kapisindan ve kiymetine dair sohbette bulunmustur.
Soru: Neml Sûresi’nde geçen,
 أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَۤاءَ الْأَرْضِ أَئِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ 
“(Ona ortak koştukları şeyler mi üstün) yoksa muztar dua ettiği zaman, onun duasına ica-bet eden, başındaki sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünde halifeler kılan Allah mı? Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur? Elbette olmaz! Ne de az düşünüyorsunuz!” (Neml Sûresi 27/62) âyet-i kerimesini fert ve toplum hayatına bakan yönü itibarıyla izah eder misiniz?
Cenâb-ı Hak bu sûrede,
آَللَّهُ خَيْرٌ أَمَّا يُشْرِكُونَ
“Allah mı yoksa ona koştukları ortaklar mı daha hayırlıdır?” (Neml Sûresi, 27/59) buyurduk-tan sonra, peşi sıra gelen iki âyette kâinattaki icraat-ı sübhaniyesi ve onlardaki tevhit delilleri-ni nazara vermiş ve ardından da,
أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ
buyurmak suretiyle, muztarın duasına icabet etmesini de bir tevhit delili olarak zikretmiştir. İlk bakışta muztarın duası ve o duaya icabet buyrulması, insan hayatında ender bir durum olarak görülebilir. Hâlbuki eşya ve hâdiseleri süzerek ve tecessüs ederek yaşayan bir insan, hayatında bu mülâhazaya açılmış pek çok pencere müşâhede eder. Ne var ki, bazı insanlar dikkatsiz yaşadığı, başından geçen hâdiseleri hassasiyetle takip etmediği, hayatını bir filtreden geçirmediği ve çevresini doğru okuyamadığından dolayı, çoğu zaman Cenâb-ı Hakk’ın kendisine olan bu tür hususi teveccühlerini göremeyebilir. Oysaki insan, geçmişe bakıp hayatını süzdüğünde, nice kereler, naçar kaldığı demlerde, Allah’ı birlediği, O’nu tam duyup tam hissettiği ve sadece O’na dayanıp O’ndan yardım dilediğinde, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin zuhur ettiğini yani kendi donanımına göre hususi bir ilahî teveccühe mazhar olduğunu anlar. Evet, nice zamanlar sıkışmışızdır, iki ayağımız bir pabuç içine girmiştir de, bu ıztırar ruh hâliyle Cenâb-ı Hakk’a yönelmişizdir; bunun mukabilinde ise O elimizden tutmuş, sıkıntımızı gidermiş ve bizi inşiraha kavuşturmuştur. Fakat yaşadığımız bu hâdiseleri ciddi bir tecessüs içinde ele almadığımızdan, ihsaslarımızın yanında ihtisaslarımızı da harekete geçirmediğimizden ve onları sebep-sonuç münasebeti içinde ciddi bir analize tabi tutamadığımızdan dolayı bu fevkaladelikleri unutup gitmişizdir.

Tükenen sebepler ve fevkalade inayetler

İnsan hemen her zaman samimiyet ve içtenlikle Rabbine el açıp yöneldiğinde, teveccühüne teveccühle karşılık verildiğini vicdanında duyabilir. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın muztar durumdaki insanlara yardımı çok daha açıktan cereyan eder. Meselâ Seyyidina Hazreti Yusuf’un kıssasına baktığımızda, onun bir kuyunun dibine atılarak ölüme terk edildiğini görürüz. Zahirî şartlara bakıldığında Hazreti Yusuf’un atıldığı o kuyudan kurtulma imkânı yok gibidir. Ancak Allah (celle celâluhu) hususî teveccühüyle tam vaktinde bir kervan göndermiş ve kervandakilerin eliyle onu oradan çekip almıştır. Müteakiben o, başka bir yere götürülüp saray ahalisinden birisine satılmış ve orada ihtimam görmüştür. Daha sonra, farklı bir belaya maruz kalmış, bu imtihan karşısında da o, iradesinin hakkını vermiş ve bir iffet kahramanı olarak zindanı saraya tercih etmiştir. Hazreti Yusuf  (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm), Cenâb-ı Hakk’a olan teveccüh-ü tammı sayesinde hapishanede de fevkalade inayetlere mazhar kılınmış, oradan çıkarılmış, anne-babasına kavuşmuş ve neticede Mısır’da gönüllerin sultanı olmuştur.
Allah’ın (celle celâluhu), Firavun’un ordularından kaçan Hazreti Musa’ya yardımı da bundan farklı değildir. Kur’ân-ı Kerim’in:
فَلَمَّا تَرَاءَى الْجَمْعَانِ قَالَ أَصْحَابُ مُوسٰۤى إِنَّا لَمُدْرَكُونَ قَالَ كَلَّا إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ
“İki topluluk birbirini görecek kadar yaklaşınca Musa’nın arkadaşları: ‘Eyvah! Bize yetiştiler!’ dediler. Hazreti Musa; ‘Hayır, asla! Rabbim benimledir ve O muhakkak ki bana kurtuluş yolunu gösterecektir.’ dedi.” (Şuarâ Sûresi, 26/61-62) ifadeleriyle tasvir ettiği o anda Hazreti Musa ve beraberindekiler bütün bütün çaresiz kalmıştır. Öyle ki, önlerinde Kızıl Deniz, arkalarında ise Firavun ve askerleri vardır. Tarık b. Ziyad’ın ifadesindeki gibi, önlerinde düşman gibi bir derya, arkalarında ise deniz gibi bir düşman bulunmaktadır. İşte böyle bir anda Hazreti Musa:
إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ
“Rabbim benimledir ve O muhakkak ki bana kurtuluş yolunu gösterecektir.” (Şuarâ Sûresi, 26/62) diyerek Allah’a yönelmiş ve bunun üzerine Cenâb-ı Hak da:
فَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسٰۤى أَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْبَحْرَ
“Biz Mûsâ’ya: ‘Asânı denize vur!’ diye vahyettik.” buyurmuştur. Hazreti Musa, asâsını yere vurunca deniz ikiye ayrılmış, o ve beraberindekiler denizin ortasından geçip gitmiş ve fevkalade bir lütuf ve ihsanla sahil-i selamete ermişlerdir.
Evet, çarelerin bütün bütün tükendiği, sözün bittiği, yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı bir yerde kalb her şeyden tamamen sıyrılarak Allah’a öyle bir teveccüh ediyor ki, Allah (celle celâluhu) orada hiç beklenmedik şekilde yepyeni bir kapı açıveriyor. Siz nur-u tevhide bir kapı aralayıp onu görünce, bu defa sizin hususi durumunuza, hususi keyfiyetinize ve maruz kaldığınız hususi sıkıntıya göre sırr-ı ehadiyet tecellî ediyor ki, Hazreti Pîr bu tecelliye, cemalî tecellî diyor.

Muztarlara bahşedilen yeryüzü mirasçılığı

Cenâb-ı Hak, mezkûr âyetin devamında
وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاءَ الْأَرْضِ
“Ve sizi yeryüzünde halifeler kılan kimdir?” buyuruyor. Bununla ilgili olarak Hazreti Davud’un (aleyhisselâm) durumuna bakacak olursanız o, Filistin’e hâkim olan Amalikalılarla savaşta, Frenklerin Golyat dedikleri Calut’u öldürmeye muvaffak olmuştur. Eski Ahit Hazreti Davud’un o dönemde keçileri güden küçük bir çocuk olduğunu ve sapanına koyduğu bir taşı fırlatarak o kocaman Golyat’ı alnından vurup devirdiğini ifade ediyor. (Eski Ahit, Samuel, 1/17-18) Kur’ân-ı Kerim ise bu konuda tafsilata girmeksizin şöyle buyuruyor:
وَقَتَلَ دَاوُودُ جَالُوتَ وَآَتَاهُ اللَّهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاءُ
“Dâvud Câlut’u öldürdü, Allah ona hükümdarlık ve hikmet verdi ve dilediği birçok şey öğretti. (Bakara Sûresi, 2/251) İşte böyle bir anda Hazreti Davud’un Cenâb-ı Hakk’a karşı tevec-cühü tam olunca, kendisine nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet tecellî etmiş ve sonra da Cenâb-ı Hak kendisine hükümdarlık ve hikmet vermiştir.
Aynı şekilde, Medine’ye hicretten önce Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hane-i saadetlerinde istirahat buyururken müşrikler tarafından evi kuşatılmış ve o esnada sebepler açısından her şey tükenmişti; tükenmişti de
وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَأَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ
“Hem önlerinden hem de arkalarından bir set yaparak, onları öylesine çepeçevre sardık ki, artık onlar hiç göremezler.” (Yâsin Sûresi, 36/9) âyet-i kerimesinde de ifade edildiği üzere o anda âdeta farklı bir buut açılmış ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o buut içinden süzülüp çıkmıştı. Mekkeli müşrikler, içeriye girdiklerinde karşılarında Efendimiz yerine Hazreti Ali’yi bulmuşlardı. İşte sermuvahhit olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Mekke’de yaşadığı ıztırar hâli ve O’nun bu ıztırar hâli karşısında en halis bir tevhidle Cenâb-ı Hakk’a teveccühü sayesinde, fevkalade inayet ve lütuflarla Medine’ye giden yollar açılmış, Âlemlerin Sultanı Medine’ye ulaşınca da orada güller açmıştır. Güllerin Sultanı, o güller içinde yeni bir gül devri başlatmış ve İslâm kısa bir zaman içinde yeryüzünde bir muvazene unsuru hâline gelmiştir.
Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkışını da bu açıdan mülâhazaya alabilirsiniz. Haçlı seferleri neticesinde Selçuklular yavaş yavaş bitme noktasına gelmişti ki, Allah (celle celâluhu) ıztırar içinde kıvranan inanan gönüllere lütufta bulunmuş ve Söğüt’ün bağrında âdeta bir tırtılın metamorfoz geçirerek kelebeğe dönüşmesi gibi yeni bir oluşuma giden yolları açmıştı. Böyle bir inkişaf ve gelişmenin devam edeceğine o bölgedeki tekfurlar bile ihtimal vermiyordu. Fakat neticede ıztırarın doğurduğu bir hâdise olarak Devlet-i Âliye ortaya çıkmış ve asırlar boyu yeryüzü muvazenesinde bir denge unsuru olmuştu.

Izdırap: En makbul dua

İster ferdî isterse içtimaî planda olsun ıztırar hâli ızdıraplı bir dönemdir. Izdırap ise en makbul bir duadır. Bazen öyle ızdıraplı dönemler yaşanır ki, millet fertleri çaresizlik içinde dört bir taraftan kuşatıldığını hisseder, içten içe sürekli kıvranır durur. İşte böyle bir hâlde insanlar şikâyet etmez, durumlarını sadece Allah’a arz eder, O’na el açar, yalvarıp yakarırlarsa, bu, onlar için en makbul bir dua hükmüne geçer. Esasen, içtimaî ahvalin boz bulanık bir hâl aldığı, dünyanın dört bir yanında zalimlerin “hayhuy”unun duyulduğu, mazlumların iniltilerinin ney gibi dinlendiği ve yığınların çaresizlik içinde kıvranıp durduğu şu günlerde Cenâb-ı Hak inanan gönülleri içine düştükleri bu zilletten kurtaracak ve onlara yeryüzü mirasçılığına giden yolları açacaksa, her hâlde bu, ızdırap içinde yaşadıktan ve ıztırar duasıyla Cenâb-ı Hakk’a tam teveccüh ettikten sonra olacaktır. Zaten tam bir tevhit içinde O’na yönelmeyenlerin, verilecek emanete hıyanet etme ihtimali vardır. Zira o emanet ancak imtihanlardan geçmiş, ıztırar haliyle ızdırap çekmiş insanlara devredilir. Rahat içinde elde edilen nimetleri korumak oldukça zordur. Toplum arasında yaygın olan, “haydan gelen huya gider” sözü de bu hakikati ifade etmektedir. Meselâ miras yoluyla elde edilen mallar genellikle kıymeti bilinemediğinden mirasyediler tarafından saçılıp savrulmaktadır.
Öyleyse emanette emin olmak ve hak yolunda hizmete sahip çıkmak isteyen günümüz Müslümanlarının da,
أَنَّ الْأَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ
“Yeryüzüne mutlaka sâlih kullarım vâris olacaktır.” (Enbiya Sûresi, 21/105) âyet-i kerimesinde işaret edildiği üzere, his, duygu, düşünce, tavır ve davranışlarıyla salaha kilitlenip acz u fakr duygusu içinde, kendilerine yetmediklerinin şuurunda olarak, halis bir tevhit ve ıztırar ruh hâliyle Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakarmaları gerekir.

KIRIK TESTI -Kendini ifade etme arzusu

 M.Fethullah Gulen Hocaefendi Bu degerli yazisinda icimizdeki benligi one cikartma arzumuzdan bahsediyor..
Soru: İnsanın içinde, yapıp ettiklerinden memnuniyet duyma ve bunları nazara verme temayülü var. Bu tür arzu ve heveslere karşı mü’mince duruş nasıl olmalıdır?
İnsan, Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfikiyle, kimi zaman, bazı güzel işler ortaya koyabilir. Fakat ortaya konan bu amellerin, o ameller için gerekli olan evsafa uygun yerine getirilip getirilmediğine dair elde bir garanti bulunmamaktadır. Kim bilir belki de mevcut imkânlarla daha sağlam ve daha güzel bir amel gerçekleştirilebilirdi. Bu açıdan insanın, büyük bir başarı gibi görülen muvaffakiyetler karşısında bile, kendi kendine “acaba ben, bana verilen bu imkânları tam olarak kullanabildim mi? Daha iyi bir sonuca ulaşma adına gerekli performansı ortaya koyabildim mi?” sorularıyla kendini ve yapıp ettiklerini kritiğe tabi tutması gerekir. Bu yapılabildiği takdirde zannediyorum insan, en büyük muvaffakiyetler karşısında bile, “Öyle görülüyor ki, ben bu işi tam beceremedim. Onu, murad-ı ilahiye uygun ve beni tatmin eder şekilde yerine getiremedim.” diyecek; diyecek ve kendini beğenmek bir yana, muhasebe duyguları içinde kendini levmetmeye duracaktır.

Namazı kılmak mı, ikâme etmek mi?

Bir misal olması açısından ifade edeyim: Milletimiz namazın eda edilmesini, “namaz kıldım.” tabiriyle dile getirir. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da namazın bize bir vazife olarak verilmesinde kullanılan kelime “ikâme”dir. Bunun manası ise bütün mâsivâdan sıyrılarak namazı, iç ve dış şartlarıyla tastamam yerine getirme, Allah’ın bize tahmil ettiği bu emanetin hukukuna kemal-i hassasiyetle riayet etme ve o âbideyi kendine has renk, desen ve çizgileriyle arızasız ve kusursuz bir şekilde ortaya koyma demektir. Bu açıdan, “Namazı ikâme ettim.” diyen bir insana, “Sen hakikaten namazı, erkân-ı zâhiriye ve batıniyesiyle tastamam ortaya koydun mu?” diye sorabilirler. Kılma kelimesine gelince, onda, bir mânâda aradan çıkarma ve geçiştirme gibi bir sunîlik vardır.
İşte ben, milletimizin namaz vazifesinin edası için “kılma” tabirini kullanmasını, onun edep ve terbiyesinin bir gereği olarak görüyorum. İhtimal ki insanımız şöyle düşünmektedir: “Eğer kıldığım namazın iç veya dış yapısında bir arıza varsa, ben bu namazı ikâme ettim diyemem. Bilakis onu, gücümün yettiğince şeklen eda ettim. Ancak Cenab-ı Hakk’ın engin rahmetinden ümit ederim ki, O, benim gibi namazını yarım-yamalak eda eden bir insanı da affeder.” Mahviyet, hacalet ve tevazu mülahazasının bir sonucu olarak ortaya çıktığına inandığım böyle bir ifadeye bayıldığımı söyleyebilirim.
Şimdi mesele böyle olunca, insanın yaptığı iş ve amellerine güvenmesinin tehlikeli bir yanı var demektir. Bunun yerine insan, bir yandan “tam yerine getiremedim” diyerek daha mükemmelin peşinde olmalı, diğer yandan da, Allah’ın (celle celaluhu) şeklî amellerle bile kullarını affedeceğine ve onları dergâh-ı ulûhiyetinde kabul buyuracağına inanmalıdır. İhtimal ki, Cenab-ı Hak, bu mülahazalara sahip olan bir insanın amellerindeki boşluklarını onun niyetiyle doldurur ve ona göre muamelede bulunur.
İnsanın ortaya koyduğu güzel işleri düşünmesi, kendisini onlarla ifadeye kalkması, onlardan bahsedilmesini istemesi mahzurlu olduğu gibi, başkalarının kendisine yönelttiği takdirleri sahiplenmesi de aynı şekilde mahzurludur. Bazıları onun hakkında, “Falan şunu yaptı, bunu yaptı” diyebilirler. O bütün bunları onların hüsnüzannına vermeli ve hatta bunları bir içtihat hatası olarak görmelidir. Vakıa insanların, hüsnüzanlarında yanılmış olmalarını bir günah olarak değerlendirmek doğru değildir. Zira bir insanın suizan edip isabet etmesindense hüsnüzan edip yanılması daha ehvendir. Bu itibarla hüsnüzannı tercih etmek daha doğrudur. Elverir ki, hüsnüzanda bulunan kişi, dengeyi kaçırmasın, çerçevenin dışına çıkmasın ve takdir serhaddini aşmasın. Aksi takdirde hakkında medh ü senada bulunduğu kardeşinin boynunu kırmış olur.

Amellerin mükâfatını kendi darlığımıza hapsetmeyelim!

İnanmış bir gönlün, Allah’ı ve Resûlullah’ı başkalarına sevdirme mevzuunda doyma bilmeyen bir hırsla gayret etmesi çok önemlidir. Fakat insan, baştan sona bütün yeryüzünde ruh-i revan-i Muhammedî’nin (aleyhissalâtü vesselâm) gönüllerde bir bayrak halinde dalgalanmasına vesile olsa bile, yine de yaptığı bu işi yetersiz görmeli; yetersiz görüp ortaya koyduğu güzel işleri kendisini ifade etmeye bağlamak suretiyle, kendi darlığına hapsetmemelidir. Hatta yaptığı işlerle ilgili başkalarının takdiri de onun bu konudaki duygu ve düşüncesini değiştirmemelidir. Zira yaptıklarını anlatmak için fırsat kollayan ve sürekli bu duygularla oturup kalkan bir insan, gerçekten hecelemesi gerekli olan şeyleri hecelemeye imkân ve vakit bulamaz. Oysaki bizim derdimiz ve davamız hep Allah ve Habibullah olmalıdır. O’nunla oturmalı, O’nunla kalkmalı ve O’nu başkalarına sevdirmeyi en büyük gaye olarak görmeliyiz. İnsanlar tarafından O’nun sevilmesi O’nun hakkı olduğu gibi, bu işi yapmak da bizim vazife ve sorumluluğumuzdur. İşte böyle yüce bir vazifede, o insanı hizmetten alıkoyacak en tehlikeli hususlardan biri, ferdin yaptığı bazı işlerle kendini ifade ve ispat etmeye çalışmasıdır. Hele bir de bazen kaleminden, bazen fikir, teklif ve projelerinden, bazen organize kabiliyetinden, bazen de insanlara güçlü nüfuzundan dolayı çevresinde bulunanlar, boynunun kırılacağını hesaba katmaksızın onun alkışçılığını yapıyorlarsa durum daha da tehlikeli bir hal almış demektir. Biz parmakla gösterilme gibi bir hevese talip olduğumuzda, belki bu talebimize bu dünyada erişebiliriz. Fakat meseleyi çok küçük hesaplara bağladığımızdan dolayı öte dünya hesabına ne kayıplar ne kayıplar yaşarız. Bu sebeple, inanan bir gönül bence, Allah’ın rahmetinin enginliği içinde meseleye bakmalı, hep rıza ve rıdvana talip olmalı ve asla yaptığı amelleri küçük mülahazalara bağlamak suretiyle onları değersizleştirmemelidir.
İnsanın yaptığı iyiliklerin hafızı olması marifet değildir. Bu mânâ ve mazmun bir atasözümüzde ne hoş ifade edilir: “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halık bilir.” İnsan, bir iyilik yaptığı zaman, ona o iyiliği yapma fırsatı veren Allah’a minnet ve şükranını sunma adına, tahdis-i nimet nevinden “elhamdülillah”, “eşşükrülillah” diyebilir. Bu ayrı bir meseledir. Fakat bir insanın, “Ben falan zamanda şu işi göğüslemiş, şunun elinden tutmuş, şu işleri başarmış bir insanım.” diyerek yaptığı iyilikleri sayıp dökmesi o iyiliklerin daha dünyadayken heba olup gitmesine yol açma demektir. Bu hususta insan o kadar hassas davranmalıdır ki, birisi kendisine gelip, daha önce yaptıklarından bahsettiğinde, “hatırlamıyorum” demesini bilmeli ve hakikaten yaptığı o iyiliklere hafızasında yer vermemelidir. Bu istikamette gerekirse tekellüflü gayretlerle onları hafızasından silmeye çalışmalıdır.

En büyük kusur: Kusurunu görmemek

İnanmış bir gönül, yetmiş sene önce bir kötülük yapmış ve sırf bu kötülüğünden dolayı yetmiş bin defa istiğfar etmiş olsa dahi, bu kötülüğünü daha dün işlemiş gibi vicdanında terütaze duymalı, onun hacaletiyle iki büklüm olmalı ve Allah’tan af dilemeye devam etmelidir. Belki taakkulî, tasavvurî ve tahayyülî hatalar kulun amel defterine hiç yazılmayacaktır. Fakat insan bu seviyede dahi bir hata irtikâp ettiğinde, “Rabbim! Ben nasıl oldu da Sana karşı bu türlü şeyler düşündüm. Nasıl oldu da hayal dünyamda böyle bir münasebetsizlikte bulundum. Meğer ben ne kadar saygısız bir insanmışım.” diyerek yaptığı hatalardan dolayı sürekli iki büklüm olmalıdır. İnanın, böyle davranan bir insanın hiçbir kaybı olmaz. Bilakis ömrünü bu çizgide geçiren kişi, çokça tevbe ve istiğfar etmenin sevabıyla serfiraz olur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), amel defterinde çok istiğfarı olan kimse için “müjdeler olsun” ifadesini kullanmıştır. Ayrıca o Rehber-i Ekmel, bir hadis-i şerifte her gün yetmiş defa, başka bir hadiste ise yüz defa istiğfar ettiğini ifade buyurmuştur. Hâlbuki biz biliyoruz ki, hayatı boyunca Cenab-ı Hak O’na hiçbir günah işletmemiştir. O (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), masum doğmuş ve hep masum yaşamıştır. Evet, O, hayatını vahyin teminatı altında sürdürmüştür. Ama bütün bunlara rağmen Nebiler Serveri (aleyhissalâtü vesselâm) her gün yetmiş veya yüz defa istiğfar ediyordu.
Sözün özü, insanın bir günah karşısında geceleyin kalkıp seccadesine kapanması, gözyaşlarını ceyhun ederek “Elfü elfi estağfirullah” demesi, onun için büyük bir kazançtır. Kendisini hiçbir hata yapmamış gibi gören, kendi faziletlerinin büyülü ikliminde yaşayan, başarılarıyla başı dönmüş, bakışı bulanmış mahmur kimselere gelince, onların mahviyet ve hacalet içinde Allah’a yönelmeleri çok zordur. En küçük hata karşısında bile kendini büyük bir cinayet işlemiş gibi görenlerdir ki, bütün samimiyetleriyle Cenab-ı Hakk’a teveccüh eder, içlerini O’na döker ve yakarışa geçerler. Dolayısıyla bir insanın kendisinin methedilmesini istemesi ne kadar mezmum bir duygu ve düşünceyse, kendini sorgulaması da o ölçüde faziletli bir ameldir. Rabbim bizi, hakikî mânâda kendini sorgulayabilen tali’li kullarından eylesin!

Bamteline dokunan bir anlatim,,Peygamber Sevgisi 3 - M.Fethullah Gülen Hocaefendi


  
Degerli Kardeslerim Hocaefendi Bu sohbetinde peygamber Sevgisini dile getiriyor..

M.Fethullah Gulen Hocaefendi Kur'an Talebesi ve İki Tehlike

M.Fethullah Gulen Hocaefendi Kur'an Talebesi nasil olmali ...
Bir hadis-i şerifte, yaşlılara, âdil idarecilere ve Kur'an ehline ikramda bulunmanın Allah'a duyulan saygı ve tazimden ileri geldiği ifade edilirken, son gruptakiler için "gulüv" ve "cefâ"dan uzak kalmaları kaydı konuluyor. Nebevî beyanda dikkat çekilen gulüv ve cefâdan maksat nedir?
Ebû Mûsâ (radıyallahu anh) hazretlerinden rivayet edildiğine göre; Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Saçı–sakalı ağarmış müslümana, Kur'an-ı Kerim'i usûlüne uygun olarak okuyan, içindekiyle amel hususunda ölçüyü aşmayan ve ondan uzaklaşmayan insana, bir de herkesin hakkını gözetmeye çalışan âdil idareciye ikram etmek, Allah Teâlâ'ya duyulan saygı ve ta'zimden ileri gelir."
Hadis-i şerifin metninde yer alan "ikram" tabiri, ana dilimizde sunmak, ihsan etmek, ağırlamak ve misafirperverlik göstermek manalarına gelen ikram kelimesinden daha şümullüdür. İkram sözcüğü, Türkçe'de oldukça dar ve biraz da maddî manada kullanılmaktadır. Arapça'da ise, bu kelime, birine değer vermeyi ifade eden her türlü tavır ve davranışın adıdır: Hürmet etmek, tazim göstermek, selam vermek, ayağa kalkmak, tebessümle karşılamak, hep güleryüzlü davranmak, sonradan gelene yer açmak, tatlı sözlerle konuşmak, bağış, ihsan ve keremde bulunmak gibi iyiliklerin hepsi birer ikramdır.
Hamele-i Kur'an
Hazreti Sâdık u Masdûk (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, müslüman yaşlıya ve herkesin hakkını gözeten idareciye -en geniş manasıyla- ikramda bulunmaya teşvik etmenin yanı sıra, "hâmil-i Kur'an" olan insanları da aynı çizgide zikretmiş ve onların da hürmete layık kimseler olduklarını belirtmiştir.
"Hâmil-i Kur'an", lügat itibarıyla, Kur'an-ı Kerim'in metnini zihnine yerleştiren, onun ahlakı ile ahlaklanan ve ilâhî hükümlere uygun olarak yaşayan insan demektir. Aslında, "hâmil-i Kur'an" ya da çoğul ifadesiyle "hamele-i Kur'an"; hâfız âlim ve âbidler başta olmak üzere, Allah'ın kelamını şuurluca okumaya ve Cenâb-ı Hakk'ın marziyatını anlamaya çalışan, idrak ettiği ulvî hakikatleri diğer insanlara da duyurma uğrunda her türlü fedakarlığa razı olan, Kur'an hizmeti yolunda taşınması hayli güç yükleri omuzlayan, gönül verdiği davanın gerektirdiği vazifeleri eda ederken karşılaştığı zorluklara katlanan ve daima ilahi emirlere muvafık hareket etme duyarlılığı içinde bulunan insanların umumî unvanıdır.
Selef-i salihîne göre; hakiki Kur'an ehli olanlar, sadece onu yüzünden veya ezbere okumayı bilenler değil, aynı zamanda onunla amel edenlerdir. Bu itibarla Mushaf'ın tamamını ezbere bildiği halde onun emirlerine uygun hareket etmeyenler "hamele-i Kur'an" sayılmazlar. Evet, "hâmil-i Kur'an", Kitab-ı Hakîm'in hepsini ya da bir kısmını ezberleyenden ziyâde, ona talebe ve hâdim olma mes'ûliyetini idrâk eden ve hayatını onun emirleri ışığında sürdürme gayreti gösteren insandır.
Nitekim, soruya esas teşkil eden hadis-i şerifte, "Ve hâmili'l-Kur'ani gayri'l-gâlî fîhi ve'l-câfî anhu" denilmiş; Kur'an ile meşgul olan bir insanın hakiki "hâmil-i Kur'an" sayılması ve ikrama layık görülmesi için gulüv ve cefâdan uzak bulunması gerektiği ifade edilmiştir.
Bazı âlimler, "gulüv" ifadesini, kıraatin usulünde olmayan taşkınlıklara girmek, tecvidde ve harflerin mahreclerinde mübâlağa yapmak, kelimelerin hakkını hiç veremeyecek ve ayetlerin manalarını düşünemeyecek kadar hızlı okumak şeklinde anlamışlardır. "Cefâ"yı ise, Kur'an-ı Kerim'i öğrendikten ya da ezberledikten sonra unutmak, Kelam-ı İlahî'yi adeta terketmek ve onunla yeterince meşgul olmamak diye yorumlamışlardır. Bu zaviyeden, saygıdeğer bir hâmil-i Kur'an, bir yandan, ayetleri usûlüne göre okuyan, tecvid kaidelerine riayet eden, harflerin mahreclerini gözeten ve bu hususların hiçbirinde haddi aşmayan, aşırılıklara kaçmayan; diğer taraftan da, Kur'an'dan asla uzaklaşmayan, ezberlediği sureleri sürekli tekrar etmek suretiyle hiç unutmayan ve Kelam-ı İlahî'yi okuyup anlamaya çalışmaktan kat'iyen dûr olmayan kimsedir.
Hâricî Taşkınlığı
Ne var ki, Söz Sultanı'nın (aleyhissalatü vesselam) betahsis gulüvde bulunan "gâlî" ve cefa eden "câfî"yi nazara vermesinde daha derin manalar aramak lazımdır. Zira, "gulüv" mübalağanın şiddetli derecesinin ismi olduğu gibi, herhangi bir mevzuda galeyâna gelmek, ayaklanmak, taşkınlık yapmak ve haddi aşmak demektir. Bu itibarla da, Kur'an-ı Kerim'e çok bağlı görünen ve onu baştan sona çok iyi ezberleyen bazı kimselerin dinin diğer delillerini yok saymalarından ve dolayısıyla bir kısım yorum hatalarından kaynaklanan aşırılık ve taşkınlıkları da gulüvdür. Bir yönüyle, her şeyi Kur'an'a bağlama ama onu yorumlarken haddi aşma; Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in şerh, izah ve tefsirlerini nazar-ı itibara almama, Selef-i salihînin görüşlerine kıymet vermeme ve kuru nascılık gibi bir yolda yürüme de gulüvdür. Evet, ilk dönem itibarıyla Hâricîler, daha sonra Zâhirîler ve nihayet o cereyanların tâ günümüze kadar uzanan farklı kolları incelenecek olursa, Kur'an'ın gölgesinde ve ona bağlılık adı altında ortaya konan aşırılıkların pek çok misali görülecektir.
Hâricîler, Sıffîn muharebesinde, hakem tayinine razı olup anlaşmayı kabul ettiği için Hazreti Ali'den uzaklaşan, Haydâr-ı Kerrâr'ı büyük günah işlemiş olmakla suçlayan ve kendileri gibi düşünmeyen -sahabiler de dahil- diğer müslümanları –hâşâ– kâfir sayan sapık kimselerdi. Gerçi onlar, Kur'an'ı çok okuyorlardı; fakat, onun zâhirî manasına sarılıyor ve kendi anladıklarının dışında başka hiçbir ihtimal kabul etmiyorlardı. Kendileri gibi düşünmeyen bütün insanların dalâlette olduklarına inanıyor ve onlara karşı son derece acımasız, gaddar ve zalimce davranıyorlardı. Hâricîler, dar ufuklu ve düşünce fakiri insanlardı; bu sebeple bağnazlığa, huşunete ve hoşgörüsüzlüğe saplanmış; sertliğe, şiddete ve kabalığa sürüklenmişlerdi. Ruhlarındaki taşkınlık ve atılganlıklarının da tesiriyle bir din hâline getirdikleri slogan ve heyecanlarının peşinde yürüyorlardı. Evet, onları bilgi ve marifet değil, slogan, heyecan ve muhâlif olma düşüncesi yönlendiriyordu.
Hâricîlere göre; Cenâb-ı Hak'tan başka kimsenin herhangi bir konuda hüküm verme yetkisi yoktu ve böyle bir yetkiyi kabul edenler onların nazarında kâfir olurlardı. Bundan dolayı, hususiyle, "Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam fâsıklardır." (Mâide, 5/47) mealindeki âyetin zâhirî manasına takılan ve onu "Lâ hukme illâ lillâh – Hüküm ancak Allah'ındır." şeklinde bir propaganda sözüne dönüştüren Hâricîler, dillerine doladıkları bu cümleye dayanarak Sıffin'de hakemlik yapan Amr bin Âs ve Ebû Musa el-Eş'arî'yi, Hazreti Ali'de dahil hakemleri kabul eden bütün mü'minleri ve hatta Cemel vak'asına katılan Hazreti Âişe, Hazreti Talha ve Hazreti Zübeyr (radıyallahu anhüm ecmaîn) gibi güzîde sahabileri –hâşâ,yüz bin kere hâşâ- kâfir ilan etmişlerdi.
İşte, bu tam bir gulüv idi. Hâricîler, meseleleri nasların zâhirî manalarına bağlayarak yorumda aşırılığa girmiş, hadlerini aşmış ve Kur'an yolunda Kur'an'dan cüdâ düşmüşlerdi. Her meselede, "Acaba, bu konuda Allah Rasûlü hangi esasları vaz'etmiş; Ashab'ın ileri gelenleri neler söylemiş; Selef-i salihîn nasıl davranmış?" demeleri ve böylece kendi anlayışlarını test etmeleri gerekirken, onlar, hevâ ve heveslerine sağlam fikir sureti verme ve kendi kanaatlerini güçlendireceğine inandıkları ayetleri bu uğurda kullanma yolunu seçmişlerdi. Bu itibarla da, onlarınki Kur'an'a bağlılık değil, Kur'an'ı kendilerinin anladığı şekilde anlatmada inat ve onu işlerine geldiği gibi değerlendirmede ısrardı.. aklın hakkını vermek ve dengeli hareket etmek değil, düpe düz bir ifrattı.
Gulât'ın İfratları
Diğer taraftan, Hâricîlerin bu müfrit halleri, farklı bir ifratın doğmasına sebebiyet verdi. Onlar Hazreti Ali'ye kâfir deyince, bu defa da bazı Hazreti Ali taraftarları bir tecessüd, bir ittihad ve bir hulûl yanlışına düştüler; -hâşâ- "Allah onda hulûl etmiştir." deme dalâletine saplandılar.
Haddizatında, Hazreti Üstad'ın da ifade ettiği gibi; Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, bazı kimselerin bu dalâletini çok önceden Hazreti Ali'ye (kerremallahu vechehu) haber vermişti. Hazreti İsâ (aleyhisselam) sebebiyle, birisi ifrat-ı muhabbetten ve sevgiyi su-i istimal ettiğinden, diğeri ise ifrat-ı adâvetten ve düşmanlıkta haddi aştığından dolayı iki grup insanın helâkete gittiğini hatırlatmış ve Haydâr-ı Kerrâr'a "Senin hakkında da, bazıları muhabbetin meşru sınırını aştıklarından, diğer bir kesim de düşmanlıkta taşkınlık yaptıklarından dolayı felâkete sürüklenecekler." buyurmuştu.
Nitekim, Hâricîler ve Nâsıbîler Hazreti Ali'ye düşmanlıkları yüzünden kaybederken, bazıları da ona karşı sevgilerini meşru dairede tutamadıklarından dolayı yoldan çıkmış; o Şah-ı Merdân hakkında küstahça iddialarda bulunmuş ve ona -hâşâ- Cenab-ı Hakk'ın yanında, Arş-ı A'zamda oturma gibi bir paye vererek ayrı bir ifrata kapaklanmışlardı. İşte bu da farklı bir dengesizlik ve gulüv idi. Zaten, birbirinden farklı kolları hep beraber zikredilirken bu gruptakiler, azgınlar takımı ve aşırı uçlar manasına "gulât" adıyla anılagelmiştir.
Değişik şubeleri arasında bazı farklılıklar bulunsa da, gulâtın en önemli hususiyetleri; Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Hazreti Ali'nin (hatta Ehl-i beyt imamlarının) bir nevî ilahlığına, onların gaybı bildiklerine, hâdis değil kadîm olduklarına, onları tanımanın yükümlülükleri kaldırdığına, Ehl-i beyt imamlarının peygamberliğine ve bazılarının ruhunun diğerlerine tenasüh ettiğine inanmalarıdır ki, bütün bu düşünce inhirafları da birer gulüvdür.
Binaenaleyh, başta Hazreti Ali olmak üzere, Ehl-i beyt hakkında ilahlık ve peygamberlik gibi, onların kendilerinin asla kabul etmedikleri, hatta duyduklarında çok rencide oldukları unvanlar yakıştıran kimse de gâlî (gulüv yapan) kategorisine dahildir.
Kur'an-ı Kerim'e Karşı Cefâ
Cefâya gelince, daha önce de imâda bulunulduğu üzere, o eziyet, işkence ve zulüm demektir; ayrıca, alâkasız kalmak, terk etmek ve unutmak manalarına gelmektedir. Bu itibarla, Kur'an'ı okumayan, okuyup da üzerinde düşünmeyen ya da okuyup düşündüğü halde onunla amel etmeyen kimse İlahî Beyan'a cefâ ediyor demektir.
Bazıları, bir ömür boyu Allah'ın kelamına karşı bîgâne yaşarlar; yaşar ve böylece Kur'an'a cefâ etmiş olurlar. Aslında, bir insan, iş-güç sahibi de olsa ve pek çok meşguliyeti de bulunsa, biraz gayret etmek ve az bir vakit ayırmak suretiyle Kur'an'ı bir ayda öğrenebilir. Heyhat ki, altmış-yetmiş yaşına ulaştığı halde, onlarca senenin sadece birkaç gününü Kelamullah'a ayırmayan ve ona yabancı olarak dünyadan çekip giden bir sürü inanan vardır. Halbuki, bir mü'minin belli bir yaşa gelmiş olmasına rağmen, hâlâ Kur'an okumasını bilmemesi ve hele öğrenme cehdi göstermemesi müslümanlık adına ciddi bir ayıptır.
Bazıları da Kur'an'ı öğrenirler, hatta ezberlerler; fakat, sonra Mushaf'ı kaldırıp evlerinin duvarına asar ve onu yalnızlığa, kimsesizliğe, garipliğe terk ederler. Belki sadece Ramazanlarda mukabele kasdıyla onu bir aylığına kılıfından çıkarırlar ama akabinde Kelamullah'ı yeniden bir dekor malzemesi gibi kullanmaya dururlar. Hatta, bu uzun fasılalardan dolayı kimileri yüzünden okumayı, kimileri de hafızalarındaki sureleri dahi unuturlar. Onlar da bu şekilde Kur'an'a cefâ etmiş sayılırlar.
Bazıları ise, Allah'ın kelamını dillerinden hiç düşürmezler, sürekli gırtlak ağalığı yapar ve çoğu zaman bağıra bağıra Kur'an okurlar. Dahası kimileri, seslerinin güzelliğini ortaya koymak için ayât-ü beyyinâtı bir vasıta gibi görür ve her zaman harika kıraatlerini (!) sergileme fırsatları kollarlar. Kendilerine beyan hakkı verilince, sözlerini ayetle başlatıp yine bir ayetle bitirirler. Fakat, maalesef onlar da Kelâmullah'ı sadece okurlar; onun muhtevasını anlamaya ve onunla amel etmeye çalışmazlar. İlahî emirlere karşı lâkayt davranır ve böylece Kur'an-ı Kerim'e cefâda bulunmuş olurlar.
İnsanlığın İftihar Tablosu'nun (aleyhi ekmelüttehaya) Kur'an'dan bu denli uzak yaşayanlar hakkındaki şu tehditkâr beyanı ne kadar da ibretâmizdir: "Her kim Kur'an-ı Kerim'i öğrenir ama mushafı bir köşeye atar, onunla ilgilenmez ve ona bakmazsa, Kur'an Kıyamet günü o insanın yakasına yapışır ve 'Ya Rab! Bu kulun beni terk etti; benimle amel etmedi. Aramızda hükmü Sen ver.' der."
Evet, Kur'an-ı Mu'cizül Beyân, insanın kalbî, ruhî ve fikrî hayatını tanzim eden; lütufla, merhametle, şefkatle, adaletle muameleyi emredip beşer ile kötülükler arasına âdetâ aşılmaz engeller koyan bir kitaptır. O, Allah'ın insanoğluna bahşettiği sıhhat ve âfiyeti, istîdât ve kabiliyeti, imkân ve kuvveti en iyi şekilde değerlendirme ve bu mevhibelerden hakkıyla istifâde etme yollarını öğreten ilâhî beyandır. Kur'an-ı Mecîd, gönül verip arkasına düşenlerin ruhlarında hürriyet düşüncesi, adalet anlayışı, kardeşlik ruhu ve başkaları için yaşama arzusu gibi ulvî hisleri tutuşturarak, etten-kemikten varlıklara melekleşme âdâbını ta'lim eden ve böylece onlara iki cihan mutluluğuna giden yolları gösteren bir ışık kaynağıdır.
Bu itibarla da, Kelâmullah'ın bir köşeye atılması, yalnızlığa terkedilmesi, sadece duvarların süsü yapılması ve yalnızca ölülere okunması revâ değildir. O, ölülerden önce diriler için kurtuluş vesilesidir. Onda ferdî ve içtimâî bütün hastalıklarımızın çaresi vardır. Onu böyle görüp böyle kabul etmemek başlı başına bir cefâdır. M. Akif bu hakikati ne güzel ifade eder:
"İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!
Yoksa, bir maksad aranmaz mı bu âyetlerde?
Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur'ân'ın:
Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz ma'nânın:
Ya açar Nazm-ı Celîl'in, bakarız yaprağına;
Yâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur'ân, bunu hakkıyle bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!"
Hâsılı; Kelam-ı İlâhî'den kat'iyen uzaklaşmayan, onu usûlüne göre okuyan, emirlerine uygun olarak yaşayan ve ayetleri yorumlama hususunda haddi aşmayan insan ikrama layık bir Kur'an talebesi sayılır. Ne var ki, Kur'an hakkında gulüv ve cefâdan uzak kalabilmek için, usûle riayette titizlik göstermenin yanı sıra, ciddi bir teemmül, tedebbür ve tefekkürle murad-ı ilahiye ulaşmaya çalışmak gerekmektedir. Bunu yaparken de, Kur'an-ı Kerim'in Sahabe tarafından nasıl anlaşıldığını ve nasıl yorumlandığını fevkalâde bir titizlikle kelimesi kelimesine tesbite çalışan, muhkematı esas alarak mülahazalarını yine Kur'an ve Sünnet-i sahiha disiplinleriyle test eden, böylece Kur'an düşmanları tarafından yorum ve te'vil adına ortaya atılan muzahref bilgi kırıntılarını ayıklayan ve murad-ı ilahiyi doğru anlayabilmemiz için harikulâde bir sa'y ü gayret gösteren Selef-i salihîn efendilerimizin müstakim çizgisinden asla ayrılmamak icap etmektedir.

Kırık testi - Mükemmellik ve tevazu

Sevgili ziyaretçilerimiz bu yazımızda Fethullah Gülen Hocaefendinin Mükemmellik ve tevazu hakkındaki yorumları ve sorulara verdiği cevapları paylaşıyoruz. Sayfamızı paylaşarak yazıların daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayabilirsiniz..

Soru: Bir yandan çeşit çeşit beklentilerimize cevap verebilecek kahramanlarımızın halktan birer insan olmaları ifade edilirken, diğer yandan da sürekli seviyeli ve donanımlı insan olma nazara veriliyor. Zahiren birbirine zıt gibi görünen bu iki husus nasıl cem edilebilir?
Peygamberlik mesleği olan irşat ve tebliğ vazifesi açısından meselenin değerlendirmesini yapacak olursak; insanda, hem mükemmeliyet ufkunu yakalama, hem de kendini sıfırlama anlayışının bir arada bulunması, öncelikle, her iki vasfın da irşat ve tebliğ adına olmazsa olmaz birer esas olduklarına inanmaya bağlıdır. Evet, anlatılması gerekli olan hususları başkalarına anlatabilmek ve Allah’ın izniyle, vicdanlarda tesir uyarabilmek için hem mükemmel bir donanıma sahip olma gayreti, hem de mahviyet ve tevazuyla kendini insanlardan bir insan olarak görme hasleti şarttır. Zira ilme ve irfana dayanmayan irşat ve tebliğ muhatapta güven bunalımına sebebiyet vereceği gibi, kibir ve gururla kirlenmiş ağızlardan çıkan sözler de kesinlikle kalblere nüfûz etmeyecek, etse bile orada kalıcı olmayacaktır. Hazreti Pîr de eserlerinde bir taraftan cehaletin bizim için çok ciddi bir bela olduğu üzerinde durmuş, diğer taraftan da çağımızda benliğin çok ileriye gittiğine vurguda bulunarak onun da ayrı bir afet olduğuna dikkatleri çekmiştir.

Mârifet ve mahviyetle çift kanatlı irşat ruhu

Şimdi isterseniz irşat ve tebliğ insanı için bir çift kanat konumunda bulunan bu iki hususiyeti bir nebze açmaya çalışalım:
Çağımızda mü’minin, temsil etmesi gereken hakikatleri hakkıyla temsil edebilmesi için, bir taraftan yaşadığı çağı, sosyal yapıyı, dünyadaki hâdiseleri ve tekvînî emirleri çok iyi okuması, okuyup anlaması ve doğru değerlendirmesi; diğer yandan da özellikle günümüze bakan yönüyle teşriî emirleri bilmesi ve böylece ibnü’z-zaman veya ibnü’l-vakt olması gerekir. Yoksa çok hakikatler onun seviyesizliğine takılır kalır; kalır da sahip olunan değerler muhataplar nazarında değersizliğe mahkûm olur. Evet, her şey netice itibarıyla ilme bağlı olduğu gibi bizim de kendi değerlerimizi ifade edebilmemiz için ilim, çok önemli bir faktördür. Buradaki ilimden kastımız günümüzde anlaşılan şekliyle bilim değil, eşya ve hâdiseleri ön ve arka planlarıyla beraber değerlendirmek suretiyle bizi bir sonuca götürecek ve gidip mârifetle neticelenecek bilgidir.
Aslında bir insanın böyle bir ilme sahip olmadan bırakın başkalarına anlatmayı, kendisine bile bir şey anlatması mümkün değildir. O, ilim ve mârifetle donanacağı ana kadar nefsinin bir kısım itirazlarının önüne geçemeyecek, fikrî kargaşa ve gelgitlerden kurtulamayacaktır. Kendi içinde, kendi kafasında ve kendi kalbinde problemlerini çözememiş böyle biri, başkasına bir şey anlatmaya çalıştığında ciddi zorlanacak ve belki de farkına varmaksızın demagojiye girecek, diyalektiğe başvuracaktır. O, kendi içindeki tereddüt ve şüpheleri aşacağı ana kadar da bu türlü ifade falsolarından kurtulamayacaktır.
Bu açıdan bizim öncelikle arka planları ve dayanaklarıyla, ruh ve özüne de vâkıf olarak kendi meselelerimizi bilmemiz, sonra da ilimle varılacak mârifeti, mârifetle ulaşılacak muhabbeti, bunlarla Allah’a karşı duyulacak aşk u iştiyakı vicdanımızda duyup hissetmemiz gerekir. Eğer bunları kendimize mâl edebilir ve ağzımıza dökülen kelimelerin fotoğraflarını kalb ve kafamızda görebilirsek, kendi içimizde çelişki yaşamaz ve tenakuzlara düşmekten kurtulmuş oluruz.
Bundan dolayı mürşit ve mübelliğ, ne yapıp edip mutlaka Allah’ı hoşnut edecek, derince ve çok buutlu ilme sahip olmaya çalışmalıdır. Fakat irşat ve tebliğ için sadece ilim ve mârifet yeterli değildir. Aynı zamanda insanoğlunun, bu çok önemli varidat ve mevhibelerin tamamen Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanı olduğunun şuurunda bulunması gerekir. Üstad’ın Mektubat’ta dikkat çektiği üzere aslında bütün bu nimetler Sultan tarafından insana giydirilen bir kürk gibidir. Dolayısıyla bu nimetler görmezden gelinemez. Fakat onların bize ait olmadıkları mülâhazasını da hiçbir zaman unutmamalıyız. Yani bizim yapmamız gereken, güzelliği inkâr etmeyerek onu asıl sahibine vermektir. İşte bu bakış açısını yakalayabildiğimiz takdirde, tevazu, mahviyet ve hacâletin kapılarını aralamış ve Hazreti Ali’nin
كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ
“İnsanlar nezdinde onlardan bir fert ol.” sözünün mâsadakı hâline gelmiş oluruz. Bu da mutlak küçüklükle mükemmeliyet ufkunu cem etme demektir.
Bu duygu ve düşüncenin kalıcı hâle gelmesi ise, insanın, sahip olduğu her şeyi gerçek sahibine vermesi ve kendisinin bir hiç olduğunu vicdanına kabul ettirmesiyle mümkündür. Daha önce bir espriye bağlı olarak ifade ettiğim mülâhazamı müsaadenizle bir kere daha tekrarlamak istiyorum: Eğer bize; “Allah’a ait olan şeyleri bir kenara koyarak, O’na karşı bir tekmil verin.” deseler, herhâlde ortada bize ait bir şey kalmayacaktır. Bu açıdan bize düşen, her zaman mahviyet, tevazu ve hacâletle iki büklüm hâlde Rabbimize teveccüh etmektir.
Esasen günde beş vakit namazın teşriînde bu hakikate ait hikmetlerin olduğu söylenebilir. Çünkü insanın günde beş defa Allah’ın huzuruna koşarak el pençe divan durması bir inkıyat ifadesidir. Onun rükûa gitmesi bir tevazu, yüzünü yerlere koyarak secde etmesi ise mahviyet ifadesidir. İşte siz mahvolduğunuz zaman hadisin ifadesiyle Allah’a en yakın hâle geliyorsunuz. Esasında secde anı, insanın kendisinden sıyrıldığı ve O’na ait tecellîlerin rengine boyandığı anın unvanıdır. Yani siz secde hâlindeyken, sizden içeri öyle bir “ben”e ulaşıyorsunuz ki, o “ben” O’ndan gelen tecellîlerden ibarettir. Demek ki, insanın Allah’a en yakın olma hâli, insanın kendisini nefyetmesine bağlıdır.

En mütevazı insan, insanların en kâmili

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللّٰهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ
“Şânım hakkı için Resûlullah’ta size örneğin en güzeli vardır.” (Ahzâb Sûresi, 33/21) âyet-i kerimesinde ifade edildiği gibi, oturuşuyla, kalkışıyla, konuşmasıyla kısacası her türlü tavır ve davranışıyla bizlere hüsnümisal olan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mevzuda da bizim için en güzel bir örnek olmuştur. İki Cihan Serveri, “Eğer sen olmasaydın varlığı yaratmayacaktım.” sözünün muhatabıdır. Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi, “O ki, o yüzden varız.” Varlık âleminde ilk taayyün eden O’nun nuru olduğu gibi, O aynı zamanda varlık ağacının en mükemmel meyvesidir. Başka bir ifade ile nur-i Muhammedî bu kâinat ağacının bir çekirdeği ve kâinat kitabını yazan kalemin de mürekkebidir. Ve yine O, bu kâinat meşherinde bir teşrifatçıdır. Muhakkikînin ifadesiyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ulum-i evvelîn ve ahirîni cami bir Zat’tır. Her türlü müşkil, Allah’ın izni ve inayetiyle o Mülkilküşâ’nın elinde hemen çözülüvermiştir. Herkes dünya ve mâfîhâyı hikmet nazarıyla değerlendirmeyi O’ndan öğrenmiştir.
İşte böyle bir Zat-ı Mümtaz olan Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) aynı zamanda bir tevazu ve mahviyet âbidesidir. Huzur-u risalet penahide birisi O’na, “Seyyidimiz” dediğinde –hakikatte O, öyle olsa bile– o sahabiye bu ifadesinden dolayı itapta bulunmuştur:
فَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ وَلَا تَكُنْ كَصَاحِبِ الْحُوتِ
“Rabbinin hükmüne sabret ve balığın yoldaşı zât (Hazreti Yunus) gibi olma!” (Kalem Sûresi, 68/48) âyet-i kerimesi nazil olduğunda da, Ashab-ı kiramdan bazılarının aklına farklı bir düşünce gelebilir diye, “Beni, Yunus ibn-i Metta’ya tercih etmeyin!” buyurmuştur. Başka bir zaman kendisinin mehabet ve heybetinden titreyen birine, “Korkma! Ben kurutulmuş et yiyen bir kadının çocuğuyum.” ifadesini kullanmıştır. Mescid-i Nebevî’nin inşası esnasında herkes sırtında bir kerpiç taşırken, O (aleyhissalâtü vesselâm), iki kerpiç taşımıştır. Ashabıyla birlikte çıktığı bir yolculukta yemek pişirmek gerektiğinde ise, herkes işin bir ucundan tutarken, O da odun toplama vazifesini üstlenmiştir. Zira O arkadaşlarının ortaya koyduğu işlerde, hiçbir zaman onlardan ayrı düşmeme gayreti içinde olmuştur.
İşte yıldızların kaldırım taşı gibi ayaklarının altına serildiği Hazreti Ekmel-i Kümmelîn (Kâmillerin En Kâmili) hem bütün yönleriyle kâmil-i mükemmel, hem de tevazu ve mahviyet âbidesi olarak zıtları kendisinde toplamış ve böylece en mükemmel ve en inandırıcı bir temsille ruhlara nüfûz etmiştir. O hâlde bize düşen de hakiki mânâsıyla o Rehber-i Ekmel’i adım adım takip etmek olmalıdır.

Fethullah Gülen Hocaefendi - bir gece şiiri

Fethullah Gülen Hocaefendi - bir gece şiiri

Ondört asır evvel, yine böyle bir geceydi,
Kumdan, ayın ondördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lakin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler,
Kaç bin senedir halbuki bekleşmedelerdi!
Neden görecekler, göremezlerdi tabii;
Bir kere, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi,
Bir kerede, mamure-I dünya, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bu günden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin.
Salgındı, bugün şarkı yıkan, tefrika derdi.
Derken, büyümüş kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma'sum,
Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı dirildi;
Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi geberdi!
Alemlere rahmetti evet şer-i mübini,
Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sahipse, O'nun vergisidir hep;
Medyun ona cemiyyet-i, medyun O'na ferdi.
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.
Mehmet AKİF ERSOY

Bir Yiğit vardı - Fethullah Gülen

  Bir Yiğit vardı - Fethullah Gülenbir yiğit vardı gömdüler şu karşı bayıra
arkadan kefenini gömleğini soydular
aman kalkar deyip üstüne taşlar koydular
bir yiğit vardı gömdüler şu karşı bayıra

yiğidim hele anlatıver olup biteni
sen dertli vatan dertli oturup ağlayalım
ağlayıp sinelerimizi dağlayalım
yiğidim hele anlatıver olup biteni

ses ver yiğidim ses ver yoksa beni duymuyormusun
asırlar varki hep hayalinle oynaşıyorum
kalkıp geleceğin ümidiyle yaşıyorum
ses ver yiğidim ses ver yoksa beni duymuyormusun

sırtımda ardan bir gömlek yılların vebali
ümitle ışıldayan gönlüm seni bekliyor
kah göklerde uçup kah yerlerde emekliyorum
sırtımda ardan bir gömlek yılların vebali

her tarafta harab eller baykuşlara bayram
köprüler yıkılmış ve yollar yolcusuz
gelip uğrayanı kalmamış çeşmeler susuz
her tarafta harab eller baykuşlara bayram

iradelerde çatırtı ruhlarda müthiş şok
tarihi yağmaladı bir düzine talihsiz
değerler altüst oldu mukaddesat sahipsiz
iradelerde çatırtı ruhlarda müthiş şok

tıpkı rüyalarda olduğu gibi diril gel
beyaz atın üzerinde bir sabah erken
gözlerim kapalıruhumda seni süzerken
tıpkı rüyalarda olduğu gibi diril gel

Fethullah Gülen

Ruhumuzun Heykelini Dikerken ;Ümit Nesilleri (1)

Ümit nesilleri, şimdiler itibarıyla, ilim, îman, ahlâk, sanat anlayışının eri; bizden sonra geleceklerin de ruh mimarlarıdır. Bunlar, gönüllerinin ötelerle beslenen dupduru ilhâmlarını muhtaç sînelere boşaltarak toplumun her kesiminde yepyeni oluşumlar meydana getireceklerdir. Yakın tarihimiz itibarıyla art arda pek çok neslin nasipsizliği, heder olup gitmesi, hattâ çılgınlık ve hezeyânı, büyük ölçüde böyle bir ümit nesliyle buluşamayışından kaynaklanmıştır.
Sonra bir-iki asırlık tarihimiz açısından biz, başarı ortamlarında bile hezîmet üstüne hezîmet yaşadık ve çok defa kazanma kuşağında hep kaybettik. Birbirimizin kurdu gibi davrandığımız bu dönemde, arkadan gelen nesillere kin, nefret ve siyaset hırsı miras bıraktık. Evet bu dönemde siyasetin içinde olanlar da, dıştan ona destek verenler de ya kendi ekip ve kadrolarının başa geçirilmesi için her vesîleyi meşrû saydı ve akla-hayâle gelmedik entrikalara girdi, ya da iktidârın el değiştirmesiyle pek çok şeyin değişeceğini ve vatanın kurtulacağını vehmettiler. Ne ilkler ne de ikinciler hedeflenen noktaya ulaşabilmenin, ancak îman, ilim, ahlâk, düşünce ve fazîlet yörüngeli bir inkılâpla mümkün olabileceğini katiyen anlayamadılar; anlayamadıkları için de, arzu edilen büyük 'değişim' ve 'dönüşüm'ü içi boş, mânâsız, sûrî ve şeklî bazı değişikliklerde gördü ve âdeta koskocaman bir tarihî restorasyonda boyaya-badanaya ve makyaja takılıp kaldılar. Dahası bazıları, milliyet düşüncesi gibi yüksek bir mefkûreyi -gerçek millî değerlerimize yabancı olduklarından ötürü- tıpkı toy Faust gibi, çok önemsiz şeyler karşısında şeytana sattılar... ve yine bunlar, hâlin gereklerine göre, bir kısım muvakkat menfaat ve çıkarları açısından, bir gün şöyle bir millet-bir gün böyle bir millet olma, daha doğrusu görünme garâbeti içinde sürekli çırpınıp durdu; kâh Turancılık soluklandı, kâh çiftçi-köylü millet olduğunu mırıldandı, kâh aristokrasiden dem vurdu, kâh demokrasi dedi, kâh komünizme göz kırptı ve fakat bir türlü yüzüp-gezmeden kurtulamadı. Öyle ki, bir zamanlar Fransız fantezisi, başka bir dönemde İngiltere hayranlığı, derken Almanya tutkusu ve arkadan ve Amerika aşk u iştiyâkı, hususuyla da aydınımızın o kritersiz ve karışık iştihâsı adına hep hayatı yorumlama dinamizmimiz ve geleceğe açılma rıhtımlarımız oldu.
Oysaki, milletçe müşterek mefkûremiz olan din ve milliyet duygusu, her türlü fantezinin üstünde ve ferdî ruhların hakîkatını aşkın, sağlam bir inancın, temelleşmiş bir düşüncenin, oturmuş bir ahlâkın, ruhlara mâl olmuş bir fazîletin o muhkemlerden muhkem blokajına oturtulmalıydı. Evet, her günü aynı istikamette, kendi ruh ve mânâ zenginlikleri yörüngesinde her türlü açılım ve 'değişim'e açık, Hak rızası eksenli, menfaat ve çıkar mülâhazalarına karşı bütün bütün kapalı bir ahlâk hareketidir ki, gelecek nesillere beklediğimiz kurtuluşu vaat edecektir. Aksine, düşünce dünyamızda bir sürü zikzak, gönüllerimizde sakînleşmemiş karmakarışık bir inanç, kafalarımızda birbirinden farklı bir sürü 'yönetim' ve çok medeniyet telâkkîli bir anlayışla, milletimizin öz malı olan bir ruh ve mânâya sahip çıkmamız, onu korumaya olmamız ve gelecek nesillere, emânette emîn birer emânetçi olarak ulaştırmamız imkânsız gibi gözükmektedir.
Yakın geçmişimizde, bize ait değerlerin zayi olup gitmesiyle yaşadığımız o bunalımlı dönemleri bilenler bilirler; pek çok farklı anlayışı, birbirinden çok uzak telâkkîleri, birbirini nakzeden düşünceleri uzlaştırarak, kendimize yeni bir üslûp, yeni bir hayat felsefesi çıkarmayı çok düşünmüşüzdür. Heyhat!. Nice ömürler heder olup gitti; biz hâlâ bir şeyler çıkaracağımız kuruntularıyla tesellî olmaktayız. Bana öyle geliyor ki, bugüne kadar yeni bir üslûp, yeni bir hayat felsefesi ortaya koyamadığımız gibi bundan sonra da koymamız oldukça zor olacaktır; zira kendi hayatımızın ruh ve mânâ köklerine sahip çıkmadan, düşüncede yeni bir terkibe, kendimizi ifade etmede taze bir üslûba ulaşmamız mümkün değildir. Yeni bir düşünce sistemi ve taze bir üslûba ulaşmak şöyle dursun, her zaman ruhumuzdaki pek çok çatallı ikilemlerin tesirinde, birkaç şey birden hissetmemiz lazım geliyormuşçasına sürekli bir bulantı yaşadık.. ve tabiî bu arada yer yer elde ettiğimiz fırsatlar, sahip olduğumuz potansiyel güç ve kuvvetler de boşu boşuna heba olup gitti.
Biz, bir-iki asırdan beri bir şeyler yapıyor gibi görünsek de, tarihin derinliklerinden akıp gelen kendi inancımız, kendi düşünce tarzımız, kendi ahlâkımız, kendi kültürümüz, kendi sanatımız, kendi iktisadiyatımız ve kendi idare şeklimiz adına inandırıcı, imrendirici bir eser ortaya koyamamışızdır. Bazı dönemlerde ya fantastik veya gençlik hevesatını şahlandırmaya matuf plastize bir kısım şeyler gerçekleştirirse de hakikî ihtiyaçlarımız, çağın yorumlanması, ilmin değerlendirilmesi, vifak ve ittifak esprisinin kavranması ve uzun zamandan beri bizi iki büklüm eden zaruretlerin aşılması gibi.. hususlarla alâkalı birkaç düzine mesnetsiz temennilerden ileriye gidilememiştir. Hislerimizle bizi esir edip oyalayan bu dar görüş ve bu çelimsiz düşüncelerden kurtulmamız, ancak yaşadığımız çağın idrakinde, ilim iştiyakıyla şahlanmış hakikat âşığı; bugünün gerçek sıkıntıları ve yarının mutasavver ızdıraplarıyla kamburlaşmış; davranışları içinin akisleri, sözleri gönlünün solukları; her zaman ufuk ötesini temâşâ edebilen idrak, basiret ve ledünniyat kahramanları sayesinde gerçekleşecektir.. belli bir noktaya çekip yükseltmek istedikleri nesiller karşısında onun ızdıraplarıyla inleyen, onun bulanık geleceğini ruhunda gözyaşlarına çevirip Eyyûb gibi ağlayan ve onun bugünkü ve yarınki acılarını onunla paylaşan, lezzetlerini de Hak'tan gelmiş nimetler mülâhazasıyla değerlendirip şükürle şahlanan ledünniyat kahramanları. Bunlardır ki, yüzlerce senelik canlı ve renkli tarihimizden güç ve ilham alarak bize, hakikî ve durulardan duru bir millet olma ruhunu üfleyerek gençlerimizi îman, ümit ve hareket mefkûresi ile coşturup, uzun zamandan beri korkunç bir humûdetin öldürücü ağında durgunlaşmış millî mefkûremizin havuzunda yeni yeni mecrâlar meydana getireceklerdir. Bizler de, millet olarak bu mecrâlar içinde, bir zaman gönlümüzde yitirdiğimiz mâbede koşarak orada vuslat gözyaşları dökecek.. cennet köşkleri kadar sıcak kendi yuvalarımıza dönüp, hayli zamandan beri kaybettiğimiz cennetlerin akisleriyle buluşacak; kâideleri, hakikat arayışı ve ilim aşkı olan kendi mektebimizi yeniden keşfederek onun kâinata açık menfezlerinden varlıkla bir kere daha tanışacak; herkesi daha çok severek, her şeyi paylaşmasını bilecek ve daha çok muzdarip yaşamak ahlâkıyla herkesi gönlümüzün zümrütten yamaçlarında kucaklayacak.. varlık karşısında sanat duygusuyla coşacak; beşerî münasebetlerde iç iniltiler, hafakanlar ve gözyaşlarıyla düşünecek, düşünecek ve kendimizi ifade edeceğiz.
Yeni Ümit, Nisan-Haziran 1997, Cilt 5, Sayı 36

M.Fethullah Gülen Hocaefendinin sunmuş olduğu hizmetlerin ve bu yolda var olanların buluşma alanı.