-Başkalarının takdirkâr bahislerinden vicdanda rahatsızlık duymak
lazım. Nitekim, nefis, takdir, tebcil ve alkış istese de; kâmil insanlar, derin
bir hesaba bağlı olarak, takdir edilince tahkir görmüş gibi rahatsızlık
duyarlar. (01:08)
-İstiğnânın en zoru, en önemlisi ve
en kıymetlisi, takdir, tebcil ve alkışlara karşı da müstağnî kalabilmektir.
(02:07)
-Müstağnî insan çok güçlüdür; zira, o
beklentisiz olduğu için asla minnet borcuna girmez ve diyet ödeme mecburiyetinde
kalmaz. (04:03)
-Denebilir ki günümüzde insanların
en fedakârları Türkçe Olimpiyatları vesilesiyle Türkiye'yi şenlendiren o şirin
öğrencilerin muallimleridir. Onların yetiştirdiği talebe alkışlanıyor, fakat, o
öğretmenler sahnede yok, hep perdenin gerisindeler. Bazı kadirşinas insanlar,
onlara da teşekkür ediyorlar, “Esas işin mimarı onlardır!” diyorlar. Fakat,
onlar hep geride duruyorlar. (05:22)
-Tohum atıp gitmek lazım, onu kim hasat edecekse etsin! Hatta
dünyanın dört bir yanında nam-ı celil-i Muhammedî'nin şehbal açması gibi, bir
Müslümanın en çok isteyeceği bir netice bile söz konusuyken, şayet sizin de o
işte azıcık bir katkınız varsa, “Allahım, o günü çok arzu ederim ama ‘Bunun da
bu işte katkısı vardı' diye bir çift elin çırpılmasını görmemek için meseleyi
öbür taraftan seyretmeyi tercih ederim!..” diyecek ve “Allah, İslam'ın
istikbâlini göstersin dünyaya; fakat, cüz'î bir katkım varsa, ben onu görmek
istemem, öbür taraftan seyri tercih ederim!” hissiyle dopdolu olacak kadar
istiğnâ… (06:15)
-Mâsivânın her çeşidine karşı
kapanan insana Allah Teâlâ elli türlü kapı açar. “Bir kapı bend ederse, bin kapı
eyler küşâd / Hazreti Allah, efendi, müfettihu'l-ebvâbdır.” (Şemsî)
(11:11)
-Hazreti Bediüzzaman'ın ifadesiyle, sebeb-i
mesuliyet ve hatar olan metbûiyete, tâbiiyyeti tercih edip, imamet ve öncülük
işinde başkalarını rahatsız edecek şekilde önde görünmeme, diğer mü'minlerin
hizmetlerini de alkışlayıp onların muvaffakiyetleriyle mesrur olma da istiğna
hasletinin bir derinliğidir. (12:33)
-Seçilme
sevdasına düşmemek seçici olmak lazım. Seçilme sevdasına düşenler “Aman olayım”
diye çok kriterleri alt üst etme ve pek çok yanlışlara girme tehlikesiyle karşı
karşıyadırlar. Zira, “Aman olayım” diyen insanlar arasında hata etmeyen bir tek
fert yoktur; “Aman olsunlar” diyen insanlar arasında ise hata eden azdır.
(13:49)
-Bir vesileyle “Îsâr ruhunu yaymalı, herkese
mal etmeliyiz” demiştim. Îsâr, insanın kendi ihtiyacı olduğu halde diğer
muhtaçların ihtiyaçlarını öne çıkarıp onları gidermesi, kardeşlerini kendine
tercih etmesi demektir. İşte bu manada “Îsâr ruhunu yayalım” demiştim. Bir de ne
göreyim, arkadaşın biri not olarak yazmış ve orada burada seslendirmiş,
“Hocaefendi ‘İsa ruhunu yayalım' dedi” demiş. Doğrusu, günümüzde, sadece maddî
menfaatler değil manevî füyüzât hisleri söz konusu olduğunda da başkalarını
tercih edecek ölçüde bir istiğna tavrına ve îsâr ruhuna ihtiyaç var.
(14:30)
Soru: İstikâmeti emreden ayet-i kerimeden
hemen sonra “Zâlimlere eğilim göstermeyin!” beyanının gelmesinde hangi mesajlar
söz konusu olabilir? Ayrıca, bu ikazın peşinden “Namazı ikâme edin!”
buyrulmasını, namazın her türlü zulme mani oluşu açısından değerlendirir
misiniz? (16:10)
-Sözlük açısından “doğruluk”
demek olan istikâmet; ıstılah itibarıyla, itikatta, amelde, muâmelâtta ve
yeme-içme gibi bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp takva dairesine
girerek nebîler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunda yürümeye îtinâ
gösterme şeklinde yorumlanmıştır. Şu kadar ki, istikâmetin de dereceleri vardır
ve Allah Rasûlü “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd, 11/112) ayetini kendi
kulluk ufkuna göre çok derin anlamış ve hayatını o çizgide sürdürmüştür. Zâten
O'nun duygu, düşünce ve davranışları hep istikâmet üzere olduğundan mezkûr ayet,
O'nun hakkında “Her zaman bu güzel halinle kal!” manasına gelmekte, ümmet-i
Muhammed'e ise istikameti emretmektedir. (16:35)
-İstikâmeti emreden ayette şöyle buyuruluyor:
فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَن تَابَ مَعَكَ وَلاَ تَطْغَوْا إِنَّهُ
بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
“Öyleyse ey Rasûlüm, sen
beraberinde olup tövbe edenlerle birlikte, sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru
hareket et. Aşırı gitmeyin. Çünkü O, yaptığınız her şeyi görmekte olup
işlerinizin karşılığını da size verecektir.” (Hûd, 11/112)
Bu ayete ve benzerlerine dikkatle bakılırsa görülecektir ki; “İstikamet
üzere ol” emrinde olduğu gibi, müsbet fiillerde Peygamber Efendimiz doğrudan
muhatap alınarak tekil sigası kullanıldığı halde, “Aşırı gitmeyin.” gibi
nehiylerde çoğul sigasına geçilerek muhatabın ümmet olduğu ve Peygamber
Efendimize dolayısıyla bir hitap bulunduğu ima edilmektedir.
(17:57)
-İstikâmeti emreden ayetten sonra şöyle
buyurulmaktadır:
وَلاَ تَرْكَنُواْ إِلَى الَّذِينَ
ظَلَمُواْ فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِنْ أَوْلِيَاء
ثُمَّ لاَ تُنصَرُونَ
“Bir de sakın zulmedenlere
meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size ateş dokunur. Aslında sizin Allah'tan
başka yardımcınız yoktur. Sonra O'ndan da yardım görmezsiniz.” (Hûd, 11/113)
(19:03)
-İnsanın tevhid çizgisini koruyamayıp,
Hâlık-mahlûk, abd-Mâbud münasebetindeki inhirafı demek olan şirk en büyük zulüm;
açıktan açığa hak-hukuk tanımama, başkalarına cevr ü cefada bulunma, onları
aldatma, itibarlarıyla oynama, gıybet etme... gibi hususlar ikinci derecede
birer zulüm; Allah'ın emir ve yasaklarını dinlememe, haramlara karşı kat'î tavır
alıp meşrû dairedeki zevklerle yetinmeme ise farklı bir zulümdür. Kur'ân-ı Kerim
adalet ve ubûdiyet üzerinde durduğu kadar -hangi çeşidi olursa olsun- zulüm ve
haksızlığa da vurguda bulunur ve mü'minleri inhiraf, cevr, cefa ve gadrin her
çeşidinden uzak durmaya çağırır. (19:55)
-Kur'ân-ı
Kerim çok geniş bir zulüm tablosu çizer, onu çeşitlendirir ve her türünden
sakınmamızı ister: Ona göre, Allah'ın yasakladığı şeylere el uzatma, emrettiği
hususlara karşı lâkayt kalma; vicdanlara baskıda bulunma, insanları dinî
vecibelerini yerine getirmeden alıkoyma; fuhşa girme, münkerâta açık durma;
halkın hukukuna tecavüz etme, milletin malını hortumlama; haram-helâl tanımama
ve Allah'ın kurallarına başkaldırma; fitne ve fesada sebebiyet verme, başkaları
hakkında iftira, gıybet ve tezvirde bulunma; dine hizmet edenlere karşı tavır
alma, düşmanlık veya çekememezlik mülâhazasıyla onlarla uğraşma; mü'minler
hakkında sûizanna girme ve onlara karşı hazımsız davranma; yalan söyleme,
sözünden dönme ve emanete hıyanet etme; dini ve diyaneti şahsî, siyasî
çıkarlarına vasıta yapma; mukaddes değerleri, dünyevî belli hedeflere ulaşma
yolunda kullanma ve dinî değerlerle dünyevîlik arkasında koşma... gibi
hususların hemen hepsi birer zulümdür ve bunlardan uzak durulması, bunları
işleyenlere meyledilmemesi emredilmiştir. (20:35)
-Her çeşidiyle zulümden uzak durma ve istikâmet üzere bulunmanın
mükâfatını anlatan bir ayet-i kerimede şöyle
buyurulmaktadır:
إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا
اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ أَلَّا
تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنتُمْ
تُوعَدُونَ
“‘Rabbimiz Allah'tır' deyip sonra da
istikamet üzere, doğru yolda yürüyenler yok mu, işte onların üzerine melekler
inip şöyle derler: Hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vâd edilen
Cennet'le sevinin!” (Fussilet, 41/30) (22:30)
-Zulmü
alkışlayan ve zâlime yahşi çeken insanlar korku, menfaat duygusu, makam sevgisi,
alkışlanma tutkusu, tamah ve tul-i emel gibi bir kısım virüslerden dolayı pek
çok haksızlığa ses çıkarmaz ve hatta taraftar olurlar.
(23:44)
-“Zulmedenlere meyil göstermeyin” emrinden
sonra şöyle buyurularak namazın koruyuculuğuna imada
bulunulmuştur:
وَأَقِمِ الصَّلاَةَ طَرَفَيِ
النَّهَارِ وَزُلَفاً مِّنَ اللَّيْلِ إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ
السَّـيِّئَاتِ ذَلِكَ ذِكْرَى لِلذَّاكِرِينَ
“Gündüzün iki tarafında, gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl.
Zira böyle güzel işler insandan uzak olmayan günahları silip giderir. Bu,
düşünen ve ibret alanlara bir nasihattır.” (Hûd, 11/113)
(28:07)
-Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayetinde ve
hadis-i şeriflerde namaz kılmayı ifade sadedinde “ikâme” tabiri kullanılmıştır.
İkâme, İşaretü'l-İ'caz'da da belirtildiği üzere, “namazda lâzım olan tâdil-i
erkâna riayet etmek; ibadetin özündeki müdavemet ve muhafaza manâlarını
gözetmektir.” Yani, namazın bütün rükünlerini ve esaslarını usulüne uygunca
yerine getirmek, onu matlaşmaya ve renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü
neşve içerisinde devam ettirmeye çalışmaktır. Evet, namazın, şartlarından ve
rükünlerinden oluşan dış yapısının yanı sıra bir de halis niyet, huşû ve hudûdan
ibaret olan iç yapısı vardır. Namazı iç ve dış bütün parçalarıyla yerine
getirmeye, bunu sürekli yapmaya ve hep aynı hâl üzere kullukta devamlı olmaya
“ikâme” denmektedir. (28:12)
-Hadis kitaplarında
şöyle bir hâdise nakledilmektedir: Bir gün, genç bir sahabî, nefsine hâkim
olamamış ve bir kadına tasallutta bulunmuştu. Az sonra da ciddi bir pişmanlık
hissiyle kendisini Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in huzuruna atmıştı. Helak olmaktan
korkuyor gibi bir hali vardı; bir an önce yunup yıkanma ve bağışlanma yolu
aramaktaydı. Aslında, en ufak bir hata karşısında mahvolmaktan korkma duygusu,
Sahabe efendilerimizin hepsinde hâkimdi. Onlar, ruh dünyaları itibarıyla bir
yara alınca hemen Hekim'e koşarlar ve dertlerine çare ararlardı. Bir kusur için
günlerce gözyaşı döker ve hatalarının menfi izlerini gözlerinden boşalan
yaşlarla silmeye çalışırlardı. İşte o genç de bir hata işlemişti; fakat, çok
geçmeden derlenip toparlanmış, derin bir nedametle ürpermiş ve adeta kolu-kanadı
kırılmış olarak kendisini Gönüllerin Tabibi'nin (sallallahu aleyhi ve sellem)
atmosferine atıvermişti. Her kelimesinden “Mahvoldum ben!” hissi dökülen
cümlelerle halini arz etmişti. Hazreti Ömer (radıyallahu anh), “Allah seni
setretmiş, keşke sen de kendini örtseydin, günahını açıklamasaydın, tevbe edip
af dileseydin!” demişti. Allah Rasûlü, (aleyhissalâtu vesselâm) önce hiçbir şey
söylememiş, ama bir müddet sonra o gence “Gündüzün her iki tarafında ve gecenin
saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Çünkü, iyilikler
kötülükleri silip giderir. Bu, düşünen ve ibret alanlara bir nasihattır.” (Hud,
11/114) ayetinin nazil olduğunu haber vermiş, namaza sarılıp onunla arınmasını
tavsiye etmişti. Bunun üzerine başka bir sahabî, “Ey Allah'ın Rasûlü, bu hüküm
sadece soru sahibi için mi (yoksa başkasına da şâmil mi)?” diye sorunca, Rasûl-ü
Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), “Herkes için…” cevabını vermişti.
(32:00)
-Bir insan, namazını kâmil mânâda eda ederse,
onun hayatındaki nurlu zaman dilimleri alabildiğine genişler; zulmetli ve
karanlıklı anları da daralır. Bast hâlleri daha münkeşif hâle gelir; kabz
hâlleri ise âdeta ortadan kalkar. Onun iç dünyasında şeytanlığa, nefsanîliğe
açık menfezler daralır; melekliğe, ruhanîliğe açılan kapılar da ardına kadar
açılır. Ancak bütün bunlar, namazın şuurluca idrak edilip eda edilmesine
bağlıdır.. evet kalbin hoplaması, duyguların şahlanması, içten içe bir ürpetinin
duyulmasına bağlıdır. Bu bakımdan
إِنَّ الصَّلاَةَ
تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ
“Gerçekten
namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebût, 29/45) âyetinin
resmettiği namaz, kâmil mânâda bir namazdır. Böyle bir namaz ufkunu
yakalayamayanların hata yapması ise kaçınılmazdır. (33:45)
-İbadetlerde esas olan Cenâb-ı Allah'ın takdir ve tayini, Rasûl-ü Ekrem
Efendimiz'in de tebliğ ve temsilidir. Hiç kimse kendi hissiyatına göre
ibadetlere bir kalıp, şekil ve suret biçemez, şahsî kanaatleri istikametinde
onlara eklemeler ve çıkarmalarda bulunamaz; herhangi bir ibadet, din tarafından
hangi kurallara ve şekillere bağlanmışsa, onun ibadet keyfiyetini koruması için
işte o kurallar çerçevesinde eda edilmesi şarttır. Bununla beraber, insanın,
Mevlâ-yı Müteâl ile münasebetinde asıl olan, mânâ, öz ve ruhtur. Maalesef,
çoğumuz şekilden, suretten ve kültür Müslümanlığından sıyrılıp o öze ve manaya
ulaşamadığımız için namaz gibi ibadetlerin temizleyiciliğine ve koruyuculuğuna
mazhar olamıyoruz. (40:04)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder