KIRIK TESTİ

Dine Hizmet Mazhariyeti

Soru: İman ve İslâm çok büyük bir lütuf ve mazhariyet olduğu gibi, iman ve İslâm’a hizmet şuurunun da bu mazhariyetin ayrı bir derinlik ve buudu olduğu ifade ediliyor. Böyle bir mazhariyetin insana yüklediği sorumluluklar ve bu mevzûda dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?
Cevap: İman, inanılması gerekli olan şeylere, aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanma demektir ki böyle bir imanı, bu seviyedeki bir inancı iz’an olarak da ifade edebiliriz. Felsefeciler ve son dönem kelamcılardan bir kısmı imanı her ne kadar sırf bir nazarî mevzu olarak ele alsalar da, onu hareket ve aksiyondan bütün bütün tecrit edip öyle telakki etmek doğru olmasa gerek. Zira o, aynı zamanda, insanın bütün benliğinde duyup hissedebileceği bir kalb amelidir. Evet, bazen bizim gibi avam insanlar bile vicdanlarında Zât-ı Ulûhiyet’i duydukları esnada bir baştan bir başa bütün vücutlarında âdeta imanın ihtizazını hisseder, iç duyuş ve sezişleriyle onu yaşar gibi olurlar. Bu yönüyle ona kalbî ve ruhî bir amel nazarıyla bakılabilir ki bu da imanın sadece nazariyattan ibaret olmadığının bir delilidir.
İslâm’a gelince o, “insanları kendi irade ve ihtiyarlarıyla bizzat hayra sevk eden ilâhî kanunlar mecmuası”nın hayata taşınması, onun realize edilmesidir. Diyanet kelimesiyle de ifade edebileceğimiz bu hakikat, dinin pratiği, hayata hayat kılınmasıdır. Mesela namaz, zekât, oruç, hac gibi emirleri yerine getirmek, mehasin-i ahlâkla donanmak ve aynı zamanda mesavi-i ahlâktan içtinap etmek diyanetin içinde yer alan hususlardır. Bir başka yaklaşımla o, İmam-ı Gazzâlî Hazretleri’nin “münciyât” dediği insanı kurtuluşa sevk eden emirler ve “mühlikât” diye isimlendirdiği insanı helakete sürükleyen yasakların hayata geçirilip yaşanması, temsil edilmesidir.
İ’lâ-yı Kelimetullah
Şartlara göre mücahede-i maddiye veya her zaman yapılması gereken mücahede-i mâneviye şeklinde ortaya çıkan i’lâ-yı kelimetullah vazifesi ise sağlam bir iman ve İslâm anlayışının bir gereği, bir sonucu olarak mütalâa edilebilir. Bilindiği üzere maddî cihad, kural ve kanunlarına uygun olarak ancak şartların gerektirmesine göre yapılır. Temsil ve tebliğle hak ve hakikati dünyanın dört bir tarafına duyurma diyebileceğimiz mânevî mücahede veya emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker vazifesi ise her zaman için söz konusudur. Evet, sağlam bir inançla gönlünü İslâm’a bağlamış bir mü’min, ya insanları mârufa çağırıp sinelerde iyilik ve güzellik çerağları tutuşturur veya kötü ve çirkin şeylerden sakındırıp insanları onlardan uzaklaştırmaya çalışır; ama her hâlükârda bu istikamatte bir cehd ve gayret içinde bulunur.
Gerçi insanlık tarihi boyunca bu hususların hiçbirine hiçbir şekilde müsaade edilmediği dönemler de olmuştur. Öyle ki, ifade hürriyetine tahdit konulup insanların kendi inançlarına göre, güzel gördüklerine “güzel”, çirkin gördüklerine “çirkin” demelerine, bu ölçüde dahi olsa, duygu ve düşüncelerini dile getirmelerine fırsat verilmediği zamanlar yaşanmıştır. Böyle bir duruma maruz kalındığında mârufu emir, münkeri nehiy vazifesi adına geriye sadece kalbî muamele, kalben tavır alma ameliyesi kalır. Kalbî muamele ve kalbî tavır, irtikâp edilen mekarihin tasvip edilip hoş karşılanmadığını şöyle böyle ortaya koymaya çalışmak, bunu hissettirme adına belki o münkeratı irtikâp edenlerle kat’-ı alâka etmek şeklinde anlaşılabileceği gibi kötülük yapanların, yaptıkları o kötülüklerden kurtulmaları için onlara dua etmek şeklinde de anlaşılabilir. Hâsılı, en olumsuz şartlar altında dahi olsa mutlaka i’lâ-yı kelimetullah için yapılması gereken bir kısım vazife ve sorumluluklar söz konusudur.
Farzlar Üstü Bir Farz
Asrımıza gelinceye kadar mârufu emir, münkerden nehiy vazifesi umumiyet itibarıyla farz-ı kifaye olarak telakki edilmiştir. Ancak Üstad Hazretleri, boyunduruğun yere konduğu böyle bir dönemde bu işe sahip çıkılmasına farzlar üstü bir farz nazarıyla bakmıştır. Çünkü günümüzde bu vazife terk edilmiş, ihmale uğramıştır. Hâlbuki onda âmmenin hukuku, umum Müslümanlığın hukuku ve Allah hukuku vardır ve bu sebeple farklı bir önem arz etmektedir. İşte böyle ulvî ve mukaddes bir vazifenin şöyle böyle de olsa bir ucundan tutmak ve ona sahip çıkmak elbette ki bizim için çok büyük bir lütuf ve mazhariyettir; ama sizin de sorunuzda ifade ettiğiniz üzere bu mazhariyetin de beraberinde getirmiş olduğu bir kısım sorumluluklar vardır.

Bu sorumlulukların en başta geleni, böyle bir mazhariyetin farkına varmak, şuurunda olmak ve onu hamd ü şükür duyguları içinde karşılamaktır zannediyorum. Evet, yüreğimiz minnet hisleriyle dopdolu; “

اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى دِينِ اْلإِسْلاَمِ، وَاْلإِحْسَانِ، وَالْقُرْآنِ، وَإِعْلاَءِ كَلِمَةِ اللَّهِ
Allah’ım! Bizi hak din olan İslâm’la şereflendirdiğin, ihsan şuuruyla serfiraz kıldığın, Kur’ân hakikatlerine gönlümüzü açtığın ve dinine hizmet etme gibi bir lütfa mazhar kıldığından dolayı kâinatın zerreleri adedince Sana hamd ü senâ olsun!” demeli ve böyle bir mazhariyetin kıymetini bilmeliyiz. İsterseniz bu hususa Yirmi dördüncü Söz’de geçen “Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır.” açısından da bakabilirsiniz. Çünkü Allah’ın (celle celâluhu) bize olan ihsanları kitaplara sığmayacak kadar çoktur. Evet O’nun lütuf ve nimetlerini detayına girmeden sadece madde başlıklarıyla yazmaya kalksak, o lütuf ve ihsanların cilt cilt kitaplara sığmadığını göreceğiz. Bundan dolayı insanın da, en azından niyet noktasında kitaplara sığmayacak bir azim, kararlılık ve Cenâb-ı Hakk’a karşı minnet duygusu içinde bulunması gerekir.

Nimet Sağanağı
İman, İlahi İrade’nin insanın kalbinde yaktığı bir nurdur; bu sebeple hiçbirimiz onu kendi muhassala-i efkârımızla kazandığımızı iddia edemeyiz. Belki yanı başımızda büyüyen kardeşimiz, akrabamız inkâra sürüklendi de Allah (celle celâluhu) bize imanı nasip buyurdu. Çevremizde görüyoruz ki, zâhire bakan yönü itibarıyla, hayatı, eşya ve hâdiseleri çok iyi yorumlayan bir sürü akıllı kişi var. Ancak bu devasa dimağlar, bizim gibi sıradan insanların anlayıp tasdik ettiği hakikatleri bir türlü anlayıp kabullenemiyorlar. Ömürlerini hakikatlerden uzak bir hâlde geçiriyor, imanın vaad ettiği güzelliklerden mahrum bir şekilde ötelere göçüp gidiyorlar. Bu sebeple asla unutulmamalı ki, daha en başta iman, büyük bir ilahî nimettir. Belli ölçüde İslâmiyet’i yaşayabilme de, ayrı bir nimet-i ilâhîyedir. Bütün bunların yanında dine hizmet için boyunduruk altına girme, bir sorumluluk üstlenme de başka bir ilahî nimettir. Evet, eğer siz, i’lâ-yı kelimetullah adına yüreğinizde bir temayül, bir arzu hissediyor; bu istikamette bir heyecan ve iştiyak duyuyorsanız bu da çok önemli bir mazhariyettir. Çünkü içinde bulunduğunuz bu hâl, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) “Ona denk bir amel yapamazsınız.” (Buharî, Cihad 2; Müslim, İmâret 110) şeklinde tavsif buyurduğu sahabî mesleğidir. Bu sebeple yol ve yöntemini tam olarak bilemeseniz, bir kısım eksik ve kusurlarınız olsa da, içiniz hep bu tür duygularla dolup taşıyor, mutlaka o istikamette bir şeyler yapma niyet ve azmiyle oturup kalkıyorsanız Cenâb-ı Hakk’ın üzerinizde büyük bir mazhariyeti var demektir. İşte bu mazhariyet bir nimet olarak bilinir ve ona kendi cinsinden şükürle mukabelede bulunulursa, Allah da (celle celâluhu) lütfettiği o nimeti artırdıkça artırır. Fakat bunca mazhariyete rağmen kendimizi rahata, rehavete salıyor, “istirahat” deyip bir köşeye çekiliyor ve yan gelip kulağımızın üzerine yatıyorsak nimetin kadr ü kıymeti bilinmiyor demektir. Oysaki mezkûr nimetlerin yanında şu an mazhar olunan daha başka lütuf ve ihsanlar da var ki, bunların her biri ayrı ayrı hamd ü şükür ister. Mesela temel hak ve hürriyetleri insanımız için çok gören, dinî duygu ve düşünceye hiçbir şekilde tahammülü olmayan ve ona hayat hakkı tanımak istemeyen bir kısım hazımsız ruhlar bulunmasına rağmen, görüyoruz ki, inanan gönülleri Allah (celle celâluhu) bir şekilde sıyanet buyuruyor, muhafaza altına alıyor. Ayrıca, Rabbimizin izn u inayetiyle, insanımız hiçbir engele takılmadan, rahat ve emniyet içinde bir araya geliyor, fikir teatisinde bulunuyor, duygu ve düşüncelerini gönüllere duyurabiliyor. Bunun yanında insanımızın sesi soluğu dünyanın dört bir tarafında mâkes buluyor, takdir edilip teveccüh görüyor. İşte bütün bunların hepsi birer nimettir, dolayısıyla onlara kendi cinsinden şükürle mukabelede bulunulması gerekir ki, bu mazhariyetler kesilmesin, aksine artarak devam etsin.
Fırsat Aralıklarını Değerlendirmek
Bir de bu tür mazhariyetlere her an elimizden alınabilecek birer fırsat aralığı nazarıyla bakılması gerektiği kanaatindeyim. Evet bugün değerlendirilmeyen nimetler yarın elimizden çekilip alınabilir. Bu sebeple dinimiz ve insanlık için hangi sahada koşturuyor, maratonu hangi alanda yürütüyor; ilim, imkân, pâye, mansıp… adına hangi imkânlara sahip bulunuyorsak, işte bütün bunlarla alâkalı eğer önümüze bir fırsat aralığı doğmuş, Cenâb-ı Hak bize bir kapı aralamışsa vakit fevt etmeden değerlendirme cehd ve gayreti içinde olmalıyız. Yoksa fırsat elimizden kaçar ve biz nice ah u vah ederiz de, kaçırılan o fırsatı bir daha telafi etme imkânı bulamayız; bulamayız ve Sûzî’nin; “Canım derviş, gözüm derviş/Çalış maksuduna eriş/Bu gafletle baş olmaz iş/Geçer fırsat demedim mi?..” ifadeleriyle dile getirdiği duruma düşeriz.
Şimdi bir düşünün, zımni sorgulama diyebileceğimiz bir üslûpla yakın geçmişimize dair teessürlerimizi zaman zaman dile getirmiyor muyuz? Mesela; “Keşke iki yüz sene evvel, çok değil, yüz bin insanımız yeryüzünün yeni coğrafyalarına gidebilseydi; gidebilseydi de bugün biz de farklı unsurlar karşısında o coğrafyalarda milletimiz adına bir denge unsuru olabilseydik. Eğer geçmişte bu yapılabilseydi, şu an güçlü lobiler teşkil eder, bu suretle insanlık ve dünya barışı adına yeryüzünün kaderinde müspet bir rol oynama fırsatını yakalamış olurduk.” demiyor muyuz? İşte aynen bunun gibi şu an önümüze çıkan fırsat ve imkânları gerektiği şekilde değerlendirmezsek, gelecek nesiller de bizim hakkımızda benzer şeyleri söylemezler mi? Dahası Allah (celle celâluhu) onların bu ifadelerini öbür tarafta aleyhimize birer şehadet beyanı şeklinde değerlendirecek olursa o zaman biz ne yapar, ne eder, bunun hesabını nasıl veririz?
Evet, bahşedilen fırsat ve imkânlar değerlendirilmediği takdirde, öte tarafta nefis müdafaası adına ortaya konan bahanelerin hiçbiri mazeret olarak kabul edilmeyecektir; edilmeyecek ve bize “Yoksa siz dünyanın değişik yerlerine gitmek istediniz de buna engel mi oldular? Muhtelif mekânlarda konferans veya seminerler tertip etmek suretiyle hissiyat ve gönül heyecanlarınızı duyurmak istediniz de ‘Hayır yapamazsınız!’ mı dediler? Bazılarınca dırahşan çehresi karartılmaya çalışılan İslâm’ın gerçek hüviyetini ve parlak yüzünü değişik zeminlerde göstermeye çalıştınız da, o mekanlara gitmenize mâni mi oldular? Yazdığınız yazı, çektiğiniz film, çıkardığınız kitaplarla, kendinize ait değerleri duyurmak istediniz de bunları size yaptırtmadılar mı?” sualleri sorulacak ve bütün bunlar ahirette hesaba çekileceğimiz mevzular olarak karşımıza çıkacaktır. İşte bundan dolayı şu an içinde bulunduğumuz imkânlara ister fırsat aralığı, ister Cenâb-ı Hakk’ın ekstra iltifatı, isterse farklı bir eltaf-ı Sübhaniye tecellîsi deyin, ne derseniz deyin, eğer mazhar olduğumuz bu imkânlar değerlendirilmezse Allah (celle celâluhu) onu elimizden alır. Çünkü biraz önce de ifade edildiği üzere, her nimete kendi cinsinden şükürle mukabele etmek gerekir. “Eğer şükrederseniz, Ben de (nimetlerimi) artırırım; eğer nankörlük yaparsanız azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim Sûresi, 14/7) âyetinde de beyan buyurulduğu gibi, şükrünü eda edemediğimiz her nimet bizim için mesuliyeti mucib bir durum hâline gelir; gelir ve ötede onun hesabı bize sorulur.
Hâsılı, bence inanmış bir insan, hususiyle de ihsan şuuruyla serfiraz bir mü’min, karınca kararınca yapıp ettiklerini ortaya koyduktan, durumu ve konumu hakkında arkadaşlarına bilgi verdikten ve kendisinin düşünemeyip de çevresindekilerin aklına gelen daha başka şeylerin olup olmadığını sorup sorguladıktan sonra, oturup kalkıp her zaman “Acaba daha yapabileceğim bir şeyler var mı; acaba Cenâb-ı Hakk’ın bana ihsan ettiği şu konumun hakkını tam verebildim mi; lütfettiği imkânları tastamam olarak değerlendirebildim mi, onları rantabl olarak kullanabildim mi?” demeli; demeli ve bir “hel min mezid” kahramanı olarak sürekli kendini sorgulamalıdır.
FETHULLAH GÜLEN

Fethullah Gülen Vaaz


O Öğretmenler sahnede yok...

-Başkalarının takdirkâr bahislerinden vicdanda rahatsızlık duymak lazım. Nitekim, nefis, takdir, tebcil ve alkış istese de; kâmil insanlar, derin bir hesaba bağlı olarak, takdir edilince tahkir görmüş gibi rahatsızlık duyarlar. (01:08)

-İstiğnânın en zoru, en önemlisi ve en kıymetlisi, takdir, tebcil ve alkışlara karşı da müstağnî kalabilmektir. (02:07)

-Müstağnî insan çok güçlüdür; zira, o beklentisiz olduğu için asla minnet borcuna girmez ve diyet ödeme mecburiyetinde kalmaz. (04:03)

-Denebilir ki günümüzde insanların en fedakârları Türkçe Olimpiyatları vesilesiyle Türkiye'yi şenlendiren o şirin öğrencilerin muallimleridir. Onların yetiştirdiği talebe alkışlanıyor, fakat, o öğretmenler sahnede yok, hep perdenin gerisindeler. Bazı kadirşinas insanlar, onlara da teşekkür ediyorlar, “Esas işin mimarı onlardır!” diyorlar. Fakat, onlar hep geride duruyorlar. (05:22)
-Tohum atıp gitmek lazım, onu kim hasat edecekse etsin! Hatta dünyanın dört bir yanında nam-ı celil-i Muhammedî'nin şehbal açması gibi, bir Müslümanın en çok isteyeceği bir netice bile söz konusuyken, şayet sizin de o işte azıcık bir katkınız varsa, “Allahım, o günü çok arzu ederim ama ‘Bunun da bu işte katkısı vardı' diye bir çift elin çırpılmasını görmemek için meseleyi öbür taraftan seyretmeyi tercih ederim!..” diyecek ve “Allah, İslam'ın istikbâlini göstersin dünyaya; fakat, cüz'î bir katkım varsa, ben onu görmek istemem, öbür taraftan seyri tercih ederim!” hissiyle dopdolu olacak kadar istiğnâ… (06:15)

-Mâsivânın her çeşidine karşı kapanan insana Allah Teâlâ elli türlü kapı açar. “Bir kapı bend ederse, bin kapı eyler küşâd / Hazreti Allah, efendi, müfettihu'l-ebvâbdır.” (Şemsî) (11:11)

-Hazreti Bediüzzaman'ın ifadesiyle, sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbûiyete, tâbiiyyeti tercih edip, imamet ve öncülük işinde başkalarını rahatsız edecek şekilde önde görünmeme, diğer mü'minlerin hizmetlerini de alkışlayıp onların muvaffakiyetleriyle mesrur olma da istiğna hasletinin bir derinliğidir. (12:33)

-Seçilme sevdasına düşmemek seçici olmak lazım. Seçilme sevdasına düşenler “Aman olayım” diye çok kriterleri alt üst etme ve pek çok yanlışlara girme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Zira, “Aman olayım” diyen insanlar arasında hata etmeyen bir tek fert yoktur; “Aman olsunlar” diyen insanlar arasında ise hata eden azdır. (13:49)

-Bir vesileyle “Îsâr ruhunu yaymalı, herkese mal etmeliyiz” demiştim. Îsâr, insanın kendi ihtiyacı olduğu halde diğer muhtaçların ihtiyaçlarını öne çıkarıp onları gidermesi, kardeşlerini kendine tercih etmesi demektir. İşte bu manada “Îsâr ruhunu yayalım” demiştim. Bir de ne göreyim, arkadaşın biri not olarak yazmış ve orada burada seslendirmiş, “Hocaefendi ‘İsa ruhunu yayalım' dedi” demiş. Doğrusu, günümüzde, sadece maddî menfaatler değil manevî füyüzât hisleri söz konusu olduğunda da başkalarını tercih edecek ölçüde bir istiğna tavrına ve îsâr ruhuna ihtiyaç var. (14:30)

Soru: İstikâmeti emreden ayet-i kerimeden hemen sonra “Zâlimlere eğilim göstermeyin!” beyanının gelmesinde hangi mesajlar söz konusu olabilir? Ayrıca, bu ikazın peşinden “Namazı ikâme edin!” buyrulmasını, namazın her türlü zulme mani oluşu açısından değerlendirir misiniz? (16:10)

-Sözlük açısından “doğruluk” demek olan istikâmet; ıstılah itibarıyla, itikatta, amelde, muâmelâtta ve yeme-içme gibi bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp takva dairesine girerek nebîler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunda yürümeye îtinâ gösterme şeklinde yorumlanmıştır. Şu kadar ki, istikâmetin de dereceleri vardır ve Allah Rasûlü “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd, 11/112) ayetini kendi kulluk ufkuna göre çok derin anlamış ve hayatını o çizgide sürdürmüştür. Zâten O'nun duygu, düşünce ve davranışları hep istikâmet üzere olduğundan mezkûr ayet, O'nun hakkında “Her zaman bu güzel halinle kal!” manasına gelmekte, ümmet-i Muhammed'e ise istikameti emretmektedir. (16:35)

-İstikâmeti emreden ayette şöyle buyuruluyor:

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَن تَابَ مَعَكَ وَلاَ تَطْغَوْا إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ

“Öyleyse ey Rasûlüm, sen beraberinde olup tövbe edenlerle birlikte, sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru hareket et. Aşırı gitmeyin. Çünkü O, yaptığınız her şeyi görmekte olup işlerinizin karşılığını da size verecektir.” (Hûd, 11/112)

Bu ayete ve benzerlerine dikkatle bakılırsa görülecektir ki; “İstikamet üzere ol” emrinde olduğu gibi, müsbet fiillerde Peygamber Efendimiz doğrudan muhatap alınarak tekil sigası kullanıldığı halde, “Aşırı gitmeyin.” gibi nehiylerde çoğul sigasına geçilerek muhatabın ümmet olduğu ve Peygamber Efendimize dolayısıyla bir hitap bulunduğu ima edilmektedir. (17:57)

-İstikâmeti emreden ayetten sonra şöyle buyurulmaktadır:

وَلاَ تَرْكَنُواْ إِلَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِنْ أَوْلِيَاء ثُمَّ لاَ تُنصَرُونَ

“Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size ateş dokunur. Aslında sizin Allah'tan başka yardımcınız yoktur. Sonra O'ndan da yardım görmezsiniz.” (Hûd, 11/113) (19:03)

-İnsanın tevhid çizgisini koruyamayıp, Hâlık-mahlûk, abd-Mâbud münasebetindeki inhirafı demek olan şirk en büyük zulüm; açıktan açığa hak-hukuk tanımama, başkalarına cevr ü cefada bulunma, onları aldatma, itibarlarıyla oynama, gıybet etme... gibi hususlar ikinci derecede birer zulüm; Allah'ın emir ve yasaklarını dinlememe, haramlara karşı kat'î tavır alıp meşrû dairedeki zevklerle yetinmeme ise farklı bir zulümdür. Kur'ân-ı Kerim adalet ve ubûdiyet üzerinde durduğu kadar -hangi çeşidi olursa olsun- zulüm ve haksızlığa da vurguda bulunur ve mü'minleri inhiraf, cevr, cefa ve gadrin her çeşidinden uzak durmaya çağırır. (19:55)

-Kur'ân-ı Kerim çok geniş bir zulüm tablosu çizer, onu çeşitlendirir ve her türünden sakınmamızı ister: Ona göre, Allah'ın yasakladığı şeylere el uzatma, emrettiği hususlara karşı lâkayt kalma; vicdanlara baskıda bulunma, insanları dinî vecibelerini yerine getirmeden alıkoyma; fuhşa girme, münkerâta açık durma; halkın hukukuna tecavüz etme, milletin malını hortumlama; haram-helâl tanımama ve Allah'ın kurallarına başkaldırma; fitne ve fesada sebebiyet verme, başkaları hakkında iftira, gıybet ve tezvirde bulunma; dine hizmet edenlere karşı tavır alma, düşmanlık veya çekememezlik mülâhazasıyla onlarla uğraşma; mü'minler hakkında sûizanna girme ve onlara karşı hazımsız davranma; yalan söyleme, sözünden dönme ve emanete hıyanet etme; dini ve diyaneti şahsî, siyasî çıkarlarına vasıta yapma; mukaddes değerleri, dünyevî belli hedeflere ulaşma yolunda kullanma ve dinî değerlerle dünyevîlik arkasında koşma... gibi hususların hemen hepsi birer zulümdür ve bunlardan uzak durulması, bunları işleyenlere meyledilmemesi emredilmiştir. (20:35)

-Her çeşidiyle zulümden uzak durma ve istikâmet üzere bulunmanın mükâfatını anlatan bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:

إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ

“‘Rabbimiz Allah'tır' deyip sonra da istikamet üzere, doğru yolda yürüyenler yok mu, işte onların üzerine melekler inip şöyle derler: Hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vâd edilen Cennet'le sevinin!” (Fussilet, 41/30) (22:30)

-Zulmü alkışlayan ve zâlime yahşi çeken insanlar korku, menfaat duygusu, makam sevgisi, alkışlanma tutkusu, tamah ve tul-i emel gibi bir kısım virüslerden dolayı pek çok haksızlığa ses çıkarmaz ve hatta taraftar olurlar. (23:44)

-“Zulmedenlere meyil göstermeyin” emrinden sonra şöyle buyurularak namazın koruyuculuğuna imada bulunulmuştur:

وَأَقِمِ الصَّلاَةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفاً مِّنَ اللَّيْلِ إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّـيِّئَاتِ ذَلِكَ ذِكْرَى لِلذَّاكِرِينَ

“Gündüzün iki tarafında, gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Zira böyle güzel işler insandan uzak olmayan günahları silip giderir. Bu, düşünen ve ibret alanlara bir nasihattır.” (Hûd, 11/113) (28:07)

-Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayetinde ve hadis-i şeriflerde namaz kılmayı ifade sadedinde “ikâme” tabiri kullanılmıştır. İkâme, İşaretü'l-İ'caz'da da belirtildiği üzere, “namazda lâzım olan tâdil-i erkâna riayet etmek; ibadetin özündeki müdavemet ve muhafaza manâlarını gözetmektir.” Yani, namazın bütün rükünlerini ve esaslarını usulüne uygunca yerine getirmek, onu matlaşmaya ve renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü neşve içerisinde devam ettirmeye çalışmaktır. Evet, namazın, şartlarından ve rükünlerinden oluşan dış yapısının yanı sıra bir de halis niyet, huşû ve hudûdan ibaret olan iç yapısı vardır. Namazı iç ve dış bütün parçalarıyla yerine getirmeye, bunu sürekli yapmaya ve hep aynı hâl üzere kullukta devamlı olmaya “ikâme” denmektedir. (28:12)

-Hadis kitaplarında şöyle bir hâdise nakledilmektedir: Bir gün, genç bir sahabî, nefsine hâkim olamamış ve bir kadına tasallutta bulunmuştu. Az sonra da ciddi bir pişmanlık hissiyle kendisini Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in huzuruna atmıştı. Helak olmaktan korkuyor gibi bir hali vardı; bir an önce yunup yıkanma ve bağışlanma yolu aramaktaydı. Aslında, en ufak bir hata karşısında mahvolmaktan korkma duygusu, Sahabe efendilerimizin hepsinde hâkimdi. Onlar, ruh dünyaları itibarıyla bir yara alınca hemen Hekim'e koşarlar ve dertlerine çare ararlardı. Bir kusur için günlerce gözyaşı döker ve hatalarının menfi izlerini gözlerinden boşalan yaşlarla silmeye çalışırlardı. İşte o genç de bir hata işlemişti; fakat, çok geçmeden derlenip toparlanmış, derin bir nedametle ürpermiş ve adeta kolu-kanadı kırılmış olarak kendisini Gönüllerin Tabibi'nin (sallallahu aleyhi ve sellem) atmosferine atıvermişti. Her kelimesinden “Mahvoldum ben!” hissi dökülen cümlelerle halini arz etmişti. Hazreti Ömer (radıyallahu anh), “Allah seni setretmiş, keşke sen de kendini örtseydin, günahını açıklamasaydın, tevbe edip af dileseydin!” demişti. Allah Rasûlü, (aleyhissalâtu vesselâm) önce hiçbir şey söylememiş, ama bir müddet sonra o gence “Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Çünkü, iyilikler kötülükleri silip giderir. Bu, düşünen ve ibret alanlara bir nasihattır.” (Hud, 11/114) ayetinin nazil olduğunu haber vermiş, namaza sarılıp onunla arınmasını tavsiye etmişti. Bunun üzerine başka bir sahabî, “Ey Allah'ın Rasûlü, bu hüküm sadece soru sahibi için mi (yoksa başkasına da şâmil mi)?” diye sorunca, Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), “Herkes için…” cevabını vermişti. (32:00)

-Bir insan, namazını kâmil mânâda eda ederse, onun hayatındaki nurlu zaman dilimleri alabildiğine genişler; zulmetli ve karanlıklı anları da daralır. Bast hâlleri daha münkeşif hâle gelir; kabz hâlleri ise âdeta ortadan kalkar. Onun iç dünyasında şeytanlığa, nefsanîliğe açık menfezler daralır; melekliğe, ruhanîliğe açılan kapılar da ardına kadar açılır. Ancak bütün bunlar, namazın şuurluca idrak edilip eda edilmesine bağlıdır.. evet kalbin hoplaması, duyguların şahlanması, içten içe bir ürpetinin duyulmasına bağlıdır. Bu bakımdan

إِنَّ الصَّلاَةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ

“Gerçekten namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebût, 29/45) âyetinin resmettiği namaz, kâmil mânâda bir namazdır. Böyle bir namaz ufkunu yakalayamayanların hata yapması ise kaçınılmazdır. (33:45)

-İbadetlerde esas olan Cenâb-ı Allah'ın takdir ve tayini, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in de tebliğ ve temsilidir. Hiç kimse kendi hissiyatına göre ibadetlere bir kalıp, şekil ve suret biçemez, şahsî kanaatleri istikametinde onlara eklemeler ve çıkarmalarda bulunamaz; herhangi bir ibadet, din tarafından hangi kurallara ve şekillere bağlanmışsa, onun ibadet keyfiyetini koruması için işte o kurallar çerçevesinde eda edilmesi şarttır. Bununla beraber, insanın, Mevlâ-yı Müteâl ile münasebetinde asıl olan, mânâ, öz ve ruhtur. Maalesef, çoğumuz şekilden, suretten ve kültür Müslümanlığından sıyrılıp o öze ve manaya ulaşamadığımız için namaz gibi ibadetlerin temizleyiciliğine ve koruyuculuğuna mazhar olamıyoruz. (40:04)

Kur'an'ın Gurbeti

Peygamber efendimiz(s.a) bir hadisi şeriflerinde altı garipten bahsetmiş ve şöyle buyurmuşlardır:"Mescid, namaz kılmayanlar arasında; Kur'an-ı Kerim, fasıkın kalbinde; yine Kur'an, onu okumayan birinin evinde; Müslüman, saliha bir kadın,zalim, kötü huylu bir adamın nikahı altında; Müslüman salih bir erkek, serkeş,arsız bir kadının yanında ve alim, onu dinlemeyen ve ilminden istifade etmeyen bir topluluk arasında gariptir."

Bugün Kur'an bir gurbet hayatı yaşamaktadır. Kur'an'a sahip çıkmak demek,onu kadifelere sarıp cinlere, şeytanlara mani olsun diye yataklarımızın başına asmak;çeyiz sandıklarında ihtimamla korumak değildir.Mutlaka bir yerlere asılacaksa o, manevi hayatımızı mahveden ifritleri kovmak için kalplerimizin en mûtena köşesine asılmalıdır.

M.Fethullah Gülen

Sohbet-i Canan

İLA-YI KELİMETULLAH(CİHAD) M.Fethullah Gülen

1-Yeryüzünde cihaddan daha büyük bir vazife yoktur; olmuş olsaydı, Allah (cc) peygamberlerini o vazife ile vazifelendirirdi
2- Cenâb-ı Hakk’ın cihad ile vazifelendirdiği insanlar, insanların en şereflileri ve onlara bu vazifeyi getirip intikal ettiren melekler de, meleklerin en şereflileridir.
3-Cihad, insanın kendi özüne ermesi veya insanların özlerine erdirilmesi ameliyesidir
4-Allah yolunda mücâdele eden ve da’vâsını anlatmayı kendine gaye edinen, kat’iyyen diğerleriyle aynı seviyede mütalâa edilemez...
5-Cihad vazifesi, Hakk'a şâhid olma vazifesiyle aynı ma’nâyı paylaşır.
6-Cihad-ı asgar, dinin emirlerini fiilen yerine getirme ve o mevzûda kendinden bekleneni eda etmektir. Cihad-ı ekber ise, onu ihlâslı ve şuurlu olarak yapma ve daima kendi kendisiyle kavga içinde bulunmadır. Kin, nefret, hased, enaniyet, gurur, kendini beğenme, fahir, nefs-i emmâre gibi varlığında ne kadar yıkıcı ve tahrip edici his ve kötü huy varsa, bütününe birden cihad ilân etmek, hakikaten zor ve çetin bir cihaddır ki, bu sebeple buna en büyük cihad denilmiştir.
7--Cihad eri, Allah’ı her şeye tercih edecek şekilde ihlâslı, samimî, yürekten ve gönül insanı olmalıdır.
8-Cihad, bir iç ve dış fetih dengesidir.
9-Cihad, insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayatın akışına ters mânilere göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışmasıdır ki, buna büyük cihâd ma’nâsına ‘Cihad-ı ekber ’ diyoruz. Bir de, aynı şeyin başkalarını özleriyle bütünleştirmek için yapılanı vardır ki, bu da küçük cihad yani ‘Cihad-ı asgar’dır.
10-Cihad, varlığı kıyamete kadar sürecek olan dinin temel esaslarından bir esas, temel rükünlerinden bir rükün ve müeyyidelerinden bir müeyyidedir.
11-Cihad, müslüman milletleri canlı tutan bir hayat kaynağıdır.
12-Cihad, bir mü’minin uğruna canını feda edebileceği en tatlı ümniye ve en tatlı idealdir.
13-Evet, cihad, dünyanın bütün saltanat ve debdebesinden, maddî-manevî bütün füyuzat hislerinden, velîlikten, keşiften ve kerametten, insanların içini okumaktan, burada iken Kâbe’de namaz kılmaktan, elini sokup insanın kalbiyle oynamaktan ve velâyetteki en âlî makamlardan daha hayırlıdır.
14-Zira cihad, insanın ses ve soluğuna kudsiyet kazandırır. Ona şu ölümlü dünyada ölümsüzlüğün sırrını keşfettirir.
15-Mü’minde uyarılması gereken en yüce duygu, cihad rûhudur. Cihad duygusuna sahip olmayan insanlar, mezar taşlarından farksızdır.
16- Diriliş, ancak cihadla gerçekleşir. Ve insanın attığı en büyük, en kudsî, en verimli, en semereli adım, mücahede ve mücadele istikametinde attığı adımdır.
17-Maddî ve manevî cihad, İslâmî hayatın en büyük müeyyidi ve müeyyidesidir. Mü’minlerin hayatında cihad ruhu söndüğü zaman, yavaş yavaş iman ve İslâm aşkı da söner.
18-İnsanları cihad vazifesinden alıkoyan, hayat ve hayatın lezzetlerine bağlılıktır.

İLİM:ÖLÇÜ 1 KİTABINDNA VECİZELER

1-İnsanoğlu için gerçek hayat, ilim ve irfanla kabil olacağından, öğrenip öğretmeyi ihmâl edenler, hayatta dahi olsalar ölü sayılırlar. Zira, insanın yaratılışının gayesi, görüp bilmek ve öğrendiklerini başkalarına bildirmekten ibarettir.
2-Öğrenip öğretilecek şeyler, insanın mâhiyetini, kâinatın sırlarını keşfe ma’tûf olmalıdır. Benlik sırlarına ışık tutmayan, mekândaki karanlık noktaları ve tıkanıklıkları açıp aydınlatmayan ilim, ilim değildir

3-İlim ve ma’rifetle elde edilen mansıb ve pâye, başka yollarla elde edilen makamlardan daha yüksek ve daha uzun ömürlüdür. Zira ilim, sahibini, dünyada fenalıklardan uzak ve fazîletli; öbür âlemde de, irfanıyla aydınlattığı makamların temâşasıyla mest ve mutlu kılar.
3-İlim öğrenmekten maksat, bilginin insanoğluna mürşit ve rehber olması ve öğrenilen şeylerle, insanî kemâlâta giden yolların aydınlığa kavuşturulmasıdır. Binaenaleyh, rûha mâl edilmemiş bir ilim, sahibinin sırtında bir yük; insanı ulvî hedeflere tevcih etmeyen ma’rifet de, bir aldanmışlıktır.

İRŞAD EKSENİN DEN VECİZELER: TEBLİĞ

1- Tebliğ ve irşâd, vazifelerin en mukaddesidir. Zira Allah (c.c), en seçkin kulları olan nebileri bu vazife ile göndermiştir.
2- Tebliğ, normal zamanlarda farz-ı kifaye olsa bile, günümüzde ihmale uğrayan meselelerden olduğu için farzlar üstü bir farz konumuna gelmiştir. Onun ihmali kat'iyen caiz değildir.
3- Bu vazifeyi ihmal ederek ölen bir kimsenin nifak içinde ölmüş olmasından endişe edilmelidir. Çünkü böyle biri, şahsî farzlardan daha büyük ve sevap cihetiyle daha mühim bir vazifeyi terketmiştir.
4-İlim-amel ve tebliğ bir hakikatin üç ayrı yüzüdür. Birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Tebliğde, ilim şarttır; amel ise tebliğin hayatıdır.
5-Tebliğ insanı, İslâmî hakikatleri ve içinde yaşadığı devri çok iyi bilmelidir. Devrini bilmeyen insan, dehlizde hayat sürüyor demektir. İnsanları oraya çekmeye ve onlara bu dehlizde bir şeyler anlatmaya çalışması ise zavallıca birer gayretçiktir.
6- Tebliğ insanının gönlü Kur’ân'a göre ayarlanmalıdır. Gönlü bu şekilde Kur’ân’a göre akort edilmeyen bir insanın, İslâm adına konuşması ve İslâmî hakikatleri anlatması çok zor, hatta imkânsızdır.
8- İlim-amel ve tebliğ bir hakikatin üç ayrı yüzüdür. Birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Tebliğde, ilim şarttır; amel ise tebliğin hayatıdır.
7- Tebliğ insanı, İslâmî hakikatleri ve içinde yaşadığı devri çok iyi bilmelidir. Devrini bilmeyen insan, dehlizde hayat sürüyor demektir. İnsanları oraya çekmeye ve onlara bu dehlizde bir şeyler anlatmaya çalışması ise zavallıca birer gayretçiktir.
8- Tebliğ insanının gönlü Kur’ân'a göre ayarlanmalıdır. Gönlü bu şekilde Kur’ân’a göre akort edilmeyen bir insanın, İslâm adına konuşması ve İslâmî hakikatleri anlatması çok zor, hatta imkânsızdır.
9- Tebliğ eri, tebliğ yaparken kullandığı bütün yolların meşru olmasına son derece dikkat etmelidir. Zira meşru bir hedefe ancak meşru yollarla ulaşılabilir. Allah Resûlü (s.a.s)'nün ve O'nun kutlu ashabının yolu da budur. Bize, hedefe varmak için her yolu meşru gören militanlar değil; tuttuğu yolun meşru olmasını, kılı kırk yararcasına inceleyen ve sonra da tatbik eden sahabî ruhlu tebliğ adamları lazımdır. Bu dini ayakta tutacak ve onu cihanın dört bir yanına götürecek olanlar da ancak bunlardır.
10- Tebliğ adamı, anlattığını muhakkak yaşamalıdır. Aksi durum, bir münafıklık alâmetidir ki, mü'min böyle bir duruma düşmekten fevkalâde sakınmalıdır. Anlattığını yaşamayan insanların söyledikleri sözlerde, tesir ve bereket de olamaz. Onlar saman alevi gibi çabuk parlar ve hemen sönerler. Isıtma adına bir kaloriye sahip oldukları söylenemez.
11- Tebliğ adamı, daima tevazu ve mahviyet hâlini muhafaza etmelidir. Bu, asil insanlara mahsus bir davranıştır. Îman ise, asaletin tâ kendisidir. Öyleyse tebliğ adamı, her mü'min gibi asil davranmalıdır. Allah Resûlü (s.a.s)'nün ahlâkı da budur. Tebliğ adamı işte bu ahlâkı bir karakter hâline getirmelidir.
12- Tebliğ eri, tebliğ vazifesinin dışında, devlet yetkilileriyle ve entel denilen sınıfla, onlar hesabına içli dışlı olmamalıdır. Bu konuda titizlik, onun durumunu ve izzetini korumasının en mühim şartıdır.
13- Tebliğ adamı, tebliğinde çok ısrarlı olmalıdır. Bu ısrar onun kendi dâvâsına karşı hürmet ve saygısının ifadesidir.. ve o, Cenâb-ı Hakk'ın büyük saydığı meseleleri tazîm edip büyük saymak mecburiyetindedir. Aksi hâlde, dediklerini kendisi yalanlamış olur.
14- Tebliğ adamı, fıtrat kanunlarıyla çatışmamalıdır. O, tebliğ ve irşâdında daima basiretli davranmalıdır. İnsanda mevcut bazı zaaf ve arzuları görmezlikten gelmek, asla doğru değildir. Asıl olan, bu zaaf ve istekleri güzele ve iyiye kanalize edebilmektir.
15- Izdırap ve çile tebliğ yolunun değişmeyen kaderidir. Tebliğ adamı, daha yolun başında kaderine razı olmalıdır.
16- Tebliğ adamı, bir şefkat kahramanıdır. Onun kaba kuvvet kullanarak hakkı kabul ettirme gibi bir yola tevessül etmesi hiç mi hiç düşünülmemelidir.
17- Tebliğ adamının en mühim özelliklerinden biri de fedakârlıktır. Zira her tebliğ adamı, havari karakterinde olmalıdır. Doğuştan havari yaratılmayanlar, asla seviyeli bir tebliğ adamı olarak ölemezler. Böyle bir iş ise, her şeyden önce fedakârlık ister.
18- Tebliğ adamı, duâ ile bütünleşen insandır. Duâ ise, ihlâs ve samimiyetin esasıdır.
19- Tebliğ adamı, aynı zamanda bir mantık ve realite insanıdır. Mantıkîliği ölçüsünde muvaffak olur ve içinde yaşadığı toplumda kabul görür.
20- Tebliğ adamı, insanların îmanı hususunda çok hassastır. Gördüğü küfür ve irtidat hâdiseleri, onun yüreğini parçalar ve o, bu kabil hâdiseler karşısında iki büklüm olur.
21 Tebliğ adamı, tebliğ işini hep bir aşk ve iştiyak içinde sürdürür. Zaten o, tebliğ işinin kara sevdalısı olmayınca, başarıya ermesi de mümkün değildir.
22-Tebliğ adamı, dâvâsını tebliğ ederken, ruh duruluğuna ve kalb safvetine sahip olmalıdır. Ve arkasında zahîr olarak Allah'ı ve Resûlü'nü bulabilmesi için, en az dâvâsı kadar berrak bir hayat yaşaması şarttır. Böyle bir hayat ise ancak kalb safvetiyle gerçekleştirilebilir.

Pırlantadan Vecizeler

1-"Emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker", varlığın yaratılış gayesine götüren bir yoldur.İrşad ekseni
2-Emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker" yolunda atılan her adım, adım sahibi için nübüvvete veraset sevabı kazandırır. İrşad ekseni.

3-Günümüz insanı, "emr-i bi'l-maruf nehy-i ani'l-münker"e her devirden daha çok muhtaçtır. İrşad ekseni
4- Emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker" vazifesi, devamlılık ve sebat ister.
5-Emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker", ya Allah (c.c) için yapılan bir vazife, ya da Allah (c.c) tarafından vaz'edilip insanlar arasındaki müşterek hukuk hesabına yapılması gereken bir vazifedir. İrşad ekseni
6-Emr-i bi'l ma'ruf, nehy-i ani'l-münker" vazifesine, tarihte helâk olan kavimler ve onların helâk oluş sebepleri açısından bakılabilir.İrşad EKSENİ
7-emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker" bilfiil yapılıyorsa, Allah (c.c) o cemaat ve cemiyeti helâk etmez. iRŞAD EKSENİ
8-Emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker" yapacak insanların ilimle mücehhez olmaları esastır. iRŞAD EKSENİ
9-Emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker" yapmak, bir mü'minlik şiarıdır.İrşad ekseni

M.Fethullah Gülen Hocaefendinin sunmuş olduğu hizmetlerin ve bu yolda var olanların buluşma alanı.