9.Türkçe olimpiyatları -Utansın -Sıkılsın.


9.Türkçe olimpiyatları -Utansın -Sıkılsın


M.Fethullah Gülen Hocaefendiden-Öğrencilerin ayrılış tablolarını görünce gözyaşlarımı tutamadım.


M.Fethullah Gülen Hocaefendiden-Kırık Testi-Biz, Hüsn-ü Zanna Memuruz!..

Biz, Hüsn-ü Zanna Memuruz!..
Bir mü'minin düşünce dünyasında hüsn-ü zannın yeri ne olmalıdır? Cenâb-ı Hakk'a ve insanlara karşı hüsn-ü zannın çerçevesi nasıl belirlenmelidir?
İnsan düşünce dünyasına göre şekillenen bir varlıktır. O, nasıl düşünüyorsa, istidâdı ölçüsünde, öyle olmaya namzettir. İnsan, belli mülahazalar zaviyesinden eşya ve hâdiselere bakmaya devam ettiği sürece, karakter ve ruh yapısı itibarıyla, yavaş yavaş o düşünce çizgisinde bir hüviyet kazanır. "Güzel gören güzel düşünür;" güzel düşünen, ruhunda iyi şeylerin tohumlarını inkişaf ettirir ve sînesinde kurduğu cennetlerde yaşar gider. Etrafına kendi karanlık dünyasından bakan, her şeye içinin çirkinliğinden bir is bulaştıran ve dolayısıyla herkesten şikayet eden bir kimse ise, hiçbir zaman iyiyi göremez, güzel düşünemez ve hayatın hakiki lezzetini alamaz.
Denebilir ki; sebepler dairesinde, toprağın bağrında gelişen tohumlar için toprak, hava, su ve bunları meydana getiren elementlerin tesiri neyse, insanın güzel ahlâk ve karakterinin gelişmesinde de, düşünce ve niyetin tesiri aynıdır. Çiçekler tohumlardan ve kuşlar yumurtalardan çıktıkları gibi, yüksek ruh ve kusursuz karakterler de, güzel düşünce ve temiz niyetlerden meydana gelirler. Dahası, nezih düşünce ve hâlis niyetleri sayesinde her an cennetin havasını teneffüs ediyormuş gibi yaşayanlar, zamanla çevrelerine de aynı iklimin kokusunu neşrederler; her tarafı ve her gönlü irem bağlarına çevirirler. Çirkin düşünce ve fenâ niyetlerin esaretindeki kimseler ise, cennetâsâ atmosferlerde dahi insanlara, yudum yudum kan ve irin içirirler.
Hüsn-ü Zan İbadettir
Her zaman vicdana hoş gelen mülahazalarla dolu olmanın ve bir kimse hakkında müsbet kanaat beslemenin ıstılahtaki unvanı "hüsn-ü zan"dır. İyi niyet, olumlu düşünce ve güzel görüş manalarına gelen hüsn-ü zan, insanın iç saffetinin ve hayırhahlığının bir göstergesidir. Şahıslar ve olaylar hakkında değerlendirmelerde bulunurken, olabildiğince iyi niyetli davranmak ve her hâdiseyi hayra yormak sâlih bir mü'minin şe'nidir.
Biri hakkında kötü düşüncelere sahip olmaya ise "sû-i zan" denir. Cenâb-ı Hak, bir ayet-i kerimede, sû-i zannın çirkinliğini ifade sadedinde, "Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın." (Hucurât, 49/12) buyurmuştur. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) da, "Zandan kaçının. Çünkü zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüste bulunmayın, birbirinizin gizliliklerini araştırmayın, birbirinizin sözlerine kulak kabartmayın, birbirinizle rekabete girişmeyin, birbirinizi çekememezlik etmeyin, birbirinize karşı kin gütmeyin ve sırtınızı dönmeyin; ey Allah'ın kulları kardeşler olun!" demiş; tecessüsten, sû-i zandan ve kardeşliği zedeleyecek her türlü davranıştan uzak durmak gerektiğini ikaz etmiştir.
Ayrıca, Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, "Hüsn-ü zan sahibi olması, kişinin kulluğunun güzelliğindendir." buyurmuş; hâlis niyetli, müsbet düşünceli ve güzel görüşlü olmayı İslam'ı hazmetmenin, onda derinleşmenin ve Allah tarafından görülüyor olma mülahazasına bağlı yaşama enginliğinin bir alâmeti saymıştır. Rehber-i Ekmel (aleyhissalatü vesselam), Ashab-ı Kiram'ın biatlarını kabul ederken, bütün mü'minlere karşı iyi niyetli olmak hususunda da onlardan söz almıştır.
Nur Müellifi, dört büyük hastalığı sayarken, yeis, ucb ve gurur ile beraber sû-i zannı da zikretmiş ve insanın hüsn-ü zanna memur olduğunu belirtmiştir. Evet, insan, herkesi kendisinden üstün görmeli; nefsindeki bir zaafı ya da çirkinliği sû-i zan sâikasıyla başkalarına teşmil etme veya işin aslını ve hikmetini bilmediğinden başkalarının bazı hal ve hareketlerini kötüleme gibi yanlışlıklara düşmemelidir. Binâenaleyh, selef-i salihînin hikmetini bilmediğimiz bir kısım hallerini beğenmemek de sû-i zandır.. ve sû-i zan, toplumun maddî-mânevî hayatını zedeleyen bir şeytânî tuzaktır.
Gözlerim Yalan Söylüyor!..
Evet, biz hüsn-ü zanna memuruz ve hususiyle inananlar hakkında her zaman güzel düşünmeye mecburuz. Bir başka münasebetle de anlattığım gibi, Tarikat-ı Muhammediye üzerine yazılan şerhlerden biri olan Berika'nın müellifi İmam Hâdimî, "Bir mü'mini fuhuş işlerken bile görsen, hemen onun hakkında hükmünü verme. Gözlerini sil, 'Allah Allah, o insan böyle çirkin bir işi yapmaz; yoksa ben yanlış mı gördüm!' de; dön bir kere daha 'O mu?' diye kontrol et. O ise, 'İhtimal yine yanlış gördüm' de; bir kere daha, bir kere daha gözlerini yalanla ve onları silip tekrar bak. Şayet o kötü iş üzerinde gördüğün kimsenin düşündüğün şahıs olduğu hakkındaki kanaatin kesinleşirse, 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l-azim' de; 'Ya Rabbi! Onu bu çirkin halden kurtar, beni de böyle bir günaha düşürme!' diye dua et ve çek git." diyor.
Hazreti İmam'ı çok severim, ona karşı derin hürmetim vardır ama bu sözlerini fazla bulurum. Zira, on defa gözlerini silip yeniden bakmaya ve o işi tahkik etmeye hiç gerek yoktur. Çünkü ilk bakışta insanın içinde hâlâ bir şüphe vardır ve bu şüphe, söz konusu insan hakkında verilecek kararın daha müsbet olması için bir menattır. Eğer mesele tahkik edilirse, kesin hükme varmaktan başka bir yol kalmayacaktır. Dolayısıyla, insan, gözüne bir çirkinlik iliştiği zaman, tecessüs, teşhis ve tesbit peşine düşmeden, o sevimsiz fotoğraflar gönlüne akarak fuad kazanında eriyip bir hüküm kalıbına girmeden, hemen sırtını dönüp oradan uzaklaşmalı; "Allahım günahkâr kullarını hidayete erdir, beni de affet!.." demeli ve gördüğünü de unutmalıdır.
Aksi halde, o günahı işleyen kimse bir kere düşmüş olsa bile anında doğrulup tevbe kurnasına koşmuş, günahlarını gözyaşlarıyla yıkamış ve affedilmiş olabilir; fakat, ona şahitlik eden ve tecessüsle meseleyi derinleştiren şahıs, hadiseyi her hatırlayışında o çirkin fiili düşündüğünden dolayı zihin kirliliğinden bir türlü kurtulamaz ve sû-i zannın tahribatından azâde olamaz.
Dahası, toplum düzeni ve asayişin temini açısından hukukî şahitliğin belli bir önemi ve yeri varsa bile, İslam'da insanların ayıplarını fâş etme diye bir vazife yoktur. Mehâsin-i ahlak kuralları içinde başkalarının kusurlarını araştırma, onları deşifre etme ve mahcup düşürme şeklinde bir madde yer almamaktadır. Aksine, hata ve kusur avcılığı yapmak, günahları açığa vurmak ve insanları tahkir etmek dinimizde ahlaksızlık sayılmıştır.
Bu itibarla da, bir insanın üzerinde on tane nifak belirtisi, bir tane de iman emaresi olsa, biz yine o insan hakkında elimizden geldiğince hüsn-ü zan etmek mecburiyetindeyiz. Evet, o şahıs, söz konusu mezmum sıfatlarından dolayı kendi hesabına çok korkmalı ve akıbetinden endişe etmelidir; ancak, biz, kat'iyen onun hakkında münafık hükmüne varmamalıyız; sû-i zanda isabet etmektense hüsn-ü zanda yanılmayı seçmeliyiz. Tabii ki, iman hizmetinin ve umumun hukukunu gözeterek, üzerinde nifak alâmeti bulunan insanlara bir kısım vazife ve sorumluluklar verip vermeme hususunda daha temkinli olabiliriz. Bu hususta, Üstad hazretlerinin ortaya koyduğu "hüsn-ü zan, adem-i itimat" prensibine göre hareket edip, Kur'an hizmetinden onların da nasipdar olmaları için, o türlü insanlara da bazı vazifeler verme ama onları mahremiyet gerektiren yerlerden uzak bulundurma yoluna gidebiliriz. Böylece, hem amme hukukunu korumuş hem de o insanların da çirkin sıfatlardan kurtulup samimi birer mü'min olabileceklerine dair hüsn-ü zannımızın gereğini yapmış oluruz. Şu kadar var ki, aynı mefkureye gönül vermiş insanlar arasında hüsn-ü zannın ve güvenin ana unsurlar olduğu; kesin bilgilere dayanmayan haberlerden, sudan bahanelerden, bir kısım şüphe ve vesveselerden dolayı kardeşlerin birbirlerine karşı asla itimatsızlık etmemelerinin gerektiği unutulmamalıdır. "Adem-i itimat" mülahazası tahdit altına alınmalıdır.
Töhmet Mahallinde Bulunmaktan Sakının!..
Ayrıca, her zaman hüsn-ü zanda bulunmak bir esas olduğu gibi, başkalarını sû-i zanna sevk edebilecek davranışlardan uzak durmak da çok önemli bir düsturdur. Bazı insanlar, haklarında çirkin düşüncelere sebebiyet verebilecek hal ve hareketlerden gerektiği ölçüde kaçınmıyorlar; yeme-içmeleri, yatıp kalkmaları, iş hayatları, kazançları ve beşerî münasebetleri açısından tenkit edilebilecek tavır ve davranışlar sergiliyorlar. Dolayısıyla, sû-i zanna açık fıtratlarda kötü duyguları ve çirkin mülahazaları tetikliyorlar. Oysa, hep hüsn-ü zanna bağlı yaşamanın yanı sıra, herkesin kendi durumunu gözden geçirmesi ve sû-i zan uyaracak hallerden sakınması da icap etmektedir.
Evet, töhmete yol açabilecek hususları, hususiyle de günümüzde tasvip etmek kat'iyen mümkün değildir. Çünkü, bugün ferdîlikten ziyade şahs-ı manevî söz konusudur. Her müslümanın tavır ve davranışının şahs-ı maneviye ve bütün mü'minlere mal edilmesi mevzubahistir. Bundan dolayı, çok önemli gördüğüm dualardan biri de, "Allahım bizim tavır ve davranışlarımızdan dolayı kardeşlerimizi yere baktırma, şahsî hatalarımızla onları utandırma!.." yakarışıdır. Zira, şimdilerde tek ferdin yakışıksız bir hareketi bütün inananlara kredi kaybettirebilmektedir; tutarsız davranışlar sergileyen bir insan, bütün müslümanları zan altında bırakmaktadır.
Bu açıdan, günümüzde "İttekû mevâdia't-tühem – Sizi zan altında bırakacak yerlerden uzak durun, töhmet noktalarında bulunmaktan sakının!.." mealindeki hadis-i şerife bağlı hareket etmek eskiye nisbeten daha da hayatî bir ehemmiyeti haizdir. Evet, töhmet fiillerinin cereyan edebileceği yerlerden, onlara götüren duyguları tetikleyebilecek hallerden ve bir lokma, bir kelime, bir dinleme ve bir tecessüsle insanı özünden koparabilecek kaygan zeminlerden uzak durmaya çalışmak gerektiği gibi, sû-i zanna sebep olacak pespaye davranışlardan kaçınmak ve kötü düşüncelerin oluşmasına meydan vermemek de lazımdır. Şu misal bu mevzuda bize yön tayin edici ve yol gösterici olmalıdır:
Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in itikafta olduğu bir gün, Safiyye validemiz (radıyallahu anha) kendisini ziyaret etmiş ve bir müddet İnsanlığın İftihar Tablosu'nun yanında kaldıktan sonra hanesine dönmek üzere müsaade istemişti. Nezaket âbidesi Allah Rasûlü, muhtereme zevcesini uğurlamak için onunla beraber dışarıya çıkmıştı ki, o esnada bir-iki sahabî yanlarından geçmiş, kendilerini görmüş ama hiç duraklamadan oradan uzaklaşmaya meyletmişlerdi. İki Cihan Serveri, derhal onları durdurmuş ve Safiyye validemizin yüzünü açarak, "Bakın, bu benim hanımım Safiyye'dir" demişti. Bunun üzerine, o sahabîler büyük bir mahcubiyet içinde, "Maazallah, yâ Rasûlallah! Sizin hakkınızda nasıl kötü düşünülebilir ki?" mukabelesinde bulunmuşlardı. Rehber-i Ekmel Efendimiz'in cevabı şöyle olmuştu: "Şeytan, insanın kan damarlarında sürekli dolaşır durur!"
Evet, şeytan, insanla bu kadar içli dışlı olduğuna göre zihne pek çok şüphe ve vesvese atabilir; en nezih kimseleri hiç olmayacak şekillerde sû-i zanna sürükleyebilir. Öyleyse, insan hem her zaman hüsn-ü zanna bağlı kalmaya çalışmalı hem de sû-i zanna sebebiyet verebilecek hallerden fersah fersah uzak durmalı ve hep temkinli yaşamalıdır.
Mevlâ-yı Müteâl Hakkında Hüsn-ü Zan
Diğer taraftan, in¬sanlar hakkında her zaman hüsn-ü zanna memur olan mü'minlerin, Yüce Yaratıcı'nın mua¬melelerine karşı sû-i zan ifade eden hoşnutsuzlukları da asla düşünülemez. Bir mü'min her şeyden ve herkesten evvel Mevlâ-yı Müteâl hakkında hüsn-ü zan sahibi olmalıdır. "Benim kulumla maiyyet ve muamelem, onun Benim hakkımdaki zannına bağlıdır." meâlindeki kudsî hadis de Allah Teâlâ'ya hüsn-ü zan beslemenin ehemmiyetini ve bunun ne büyük bir vesile-i necât olduğunu nazara vermektedir.
Rabb-i Rahim hakkındaki güzel mülahazaların ötede nasıl afv fermanına dönüştüğü bir hadis-i şerifte şöyle anlatılmaktadır: Amel sandığında hayr u hasenâtının yanı sıra pek çok günahı da bulunan bir kulun hesabı görülür; mizanda sevap kefesi daha hafif gelince, azap ehlinden olduğuna dair hüküm verilir. Cezaya müstehak o kul derdest edilip perişan bir vaziyette, adeta sürüklene sürüklene mücâzat mahalline doğru götürülürken, ikide bir geriye döner ve bir sürpriz bekliyormuş gibi etrafına bakınır. Cenâb-ı Hak, meleklerine "Kuluma sorun bakalım; niçin geriye bakıp duruyor?" buyurur. (Geriye bakma meselesi bizim anlayacağımız şekilde konuşmanın gereği olarak, fizik âlemiyle alâkalıdır; yoksa, Zât-ı Ulûhiyet için mekan ve yön mevzubahis değildir.) Adamcağız der ki, "Rabbim!.. Hakkındaki hüsn-ü zannım böyle değildi; evet, âlem sevaplarla gelirken -maalesef- ben günah getirdim; fakat, Senin rahmetine olan inanç ve itimadımı hiçbir zaman kaybetmedim!.. Recâm oydu ki, bana da merhametinle muamele edesin ve beni de bağışlayasın!.." İşte, bu mülahazalar ve Allah Teâlâ hakkındaki hüsn-ü zan, o insanın kurtuluşuna kapı aralar; neticede adamcağız "Kulumu Cennet'e götürün!" müjdesini duyar.
Kezâ, dâr-ı bekâya irtihalinden sonra, Ebû Sehl hazretlerini, rüyada tarifler üstü nimetler içinde yüzüyor görüp sorarlar: "Üstad, bu yüksek pâyeyi nasıl elde ettiniz?" Ebû Sehl cevap verir: "Rabbim hakkında beslediğim hüsn-ü zan sayesinde."
Aslında, bir mü'min hayatının her diliminde Allah Teâlâ hakkında hüsn-ü zanna sarılmalı ve hep bu recayla yaşamalıdır. "Ben günahkâr olabilirim; hatta hâlâ O'na ancak pamuk ipliği ile bağlı olduğum için her an bir kopukluğa da düşebilirim. Fakat, o Gafûr ve Rahîm'dir; gufrân deryasına beni de alacağına dair inancım kavîdir!.." demeli ve bağışlanacağı ümidini beslemelidir. Şu kadar var ki, hüsn-ü zan ve reca duygusu insanı yeni yeni günahlar işlemeye sevk etmemelidir. Hâlis bir mü'min, günahtan yılandan çıyandan kaçar gibi kaçmalı; ezkaza bir cürüm işlemişse, o zaman da hemen tevbeye koşmalı ve yarlığanacağını umarak mağfiret dilenmelidir. Bu meselede çok hassas bir denge söz konusudur; günahlardan uzak durmak ile kazarâ bir cürüm işledikten sonra ye'se düşmemek arasında ince bir husus mevcuttur. Zira, yeis günahtan daha büyük bir tehlikedir; "Artık benim işim bitti!" demek, özünü gaflete salmak, masiyet bataklığında yuvarlanmak ve nihayet kendi canına kıyacak kadar karamsarlığa kapılmak, bu hale yol açan günahlardan daha büyük bir cürümdür. Halbuki insan, hangi hal üzere olursa olsun, "Kur'an-ı Kerim'de kendisini Rahman u Rahîm isimleriyle vasfeden ve hayatını boşa harcayan kimselere hitap ederken bile "kullarım" diyen bir Rabbim varken niçin ümitsizliğe düşeyim ki!.. İşin doğrusu, böyle bir Rabb-i Rahim'e karşı günah işlemek de çok yakışıksız oluyor. Öyleyse, bundan sonra masiyete nasıl girebilirim ki?!." diyebilmelidir. Evet, insan ne kendisini salmalı ne de ümitsizliğe düşmelidir. Bilhassa yaşlılıkta ve ölüm anında reca hissini daha da coşturmalı ve Allah'a yürürken O'nun hakkında hep güzel mülahazalarla dolu bulunmalıdır. Nitekim, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, "Sakın, sizden biriniz Allah Teâlâ hakkında hüsn-ü zan etmediği bir hal üzere ölmesin." buyurmuştur.
Ayrıca, "Kulum Beni nasıl zannederse, ona öyle muamelede bulunurum!" mealindeki hadis-i şerifi dar bir çerçeveye hapsetmemek ve onu daha şümullü olarak değerlendirmek gerekir. Evet, "Beni çeşit çeşit nimetleriyle sevindiren, sırat-ı müstakîme yönlendiren, sürçmelerimi bağışlayan ve günahlarımı yarlığayan bir Rabb'im var." demek, hüsn-ü zannın ifadesidir. Fakat, bir de, hayatımız adına takdir buyurulan her meselede bizim saadetimizin esas alındığına ve her şeyin bir profil gibi bizim üzerimize işlenmiş olduğuna inanmak vardır ki, Rabbimiz hakkındaki hüsn-ü zannımızın tamamiyeti bu inanca bağlıdır. Cenâb-ı Hak dilerse, bizi sürgün eder, sizi başka bir imtihana tâbi kılar, bir başkasını zindana atar; ama ne yaparsa yapsın, Rabbimizin her icraatı neticede bizim faydamızadır; hep bizi bir yere celbetmeye, cezbetmeye ve ebedî mutluluğa ulaştırmaya matuftur. Namaz, oruç, hac ve zekat gibi mükellef bulunduğumuz ibadetlerden zahirî bela ve musibetlere kadar mazhar olduğumuz ya da maruz kaldığımız her şey bizim lehimize planlanmıştır. İşte, bu hakikate gönülden iman etmek Mevlâ-yı Müteâl hakkındaki hüsn-ü zannın doruk noktasını tutmaktadır.
Sözün özü; iyi niyet, müsbet düşünce ve güzel görüş, insanın gönül saffetinin ve vicdan enginliğinin emaresidir. İnsan, bir kere başkalarını sorgulamaya başlayınca sanık sandalyesine oturtmadık hiç kimse bırakmaz; daha baştan hüsn-ü zanna yapışmazsa, herkesi ve her şeyi yargılamaktan uzak kalamaz. Dolayısıyla, her fert nefsiyle hesaplaşırken –ye'se düşmemek şartıyla– kendini yerden yere vurmalı; fakat, diğer insanlar söz konusu olduğunda hüsn-ü zanna sarılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, sû-i zanda isabet etmektense hüsn-ü zanda yanılmak daha hayırlıdır.

M.Fethullah Gülen Hocaefendiden - Haris bin Malik-Ebu Cehili çağırması


M.Fethullah Gülen Hocaefendiden-Hicret Diyarında Ölmek soru cevap

Soru: Hicret edilen beldeden ayrılmama ve ölene kadar hicret mahallinde kalma meselesini yaşadığımız dönem itibariyle değerlendirir misiniz?
Cevap: Mekke döneminde, Efendimiz (sav) İslâm'ın nefesiyle dirilmek için gelenlerin biatlarını kabul ederken onlardan "hicret" etmelerini de istiyordu. Bundan dolayı o dönemde hicret, -imanın şartı olmasa bile- İslam esaslarına denk bir farz gibi değerlendiriliyor ve hatta hicret etmeyene münafık nazarıyla bakılıyordu.
Sadece, Velid İbn-i Velid, Ayyaş İbn-i Rebia, Seleme İbn-i Hişam gibi, Kur'an'ın ifadesiyle, "müstaz'af" diyebileceğimiz zulme maruz kalmış, müşrikler tarafından tutuklanıp işkence edilmiş müslümanlar hicret konusunda mâzur görülmüşlerdi. Zira bunlar, "Lâilâhe illallâh Muhammedurrasûlüllâh" dedikleri günden itibaren zincire vurulmuş, Mekke fethedilinceye kadar da ayaklarında zincir, boyunlarında bukağı, bin bir türlü işkenceye maruz olarak yaşamışlardı. O zulümden kaçmak, hicret edip Allah Rasûlü'ne ulaşmak için çok uğraşmış, fakat zalimlerden kurtulamamış ve hicret edememişlerdi. Peygamber Efendimiz sabah namazında rukûdan kalktıktan sonra, ellerini kaldırıyor, bunlara dua ediyor ve "Allah'ım Velid İbn-i Velid'e, Allah'ım Seleme İbn-i Hişam'a, Allah'ım Ayyaş İbn-i Rebia'ya necat ver!" deyip inliyordu. Diğer müslümanlara mukaddes göç emri verirken onlara da hicret kapısı açılması için dua ediyordu..
Hicret, sıradan bir göç ve geçici bir yolculuk değildi. O sevdiklerini arkada bırakma ve sürekli bir gurbete adım atma demekti. Muhacirler, yurtlarını yuvalarını, evlâd ü ıyâllerini terkediyor, bilmedikleri diyarlara, tanımadıkları insanlar arasına gidiyorlardı. Onların kimisi anne-babasından, kimisi eşi ve çocuklarından ayrı düşmüş, sevdiklerini müşrikler arasında bırakarak "hicret" deyip yürümüştü. Mesela, Hazreti Ebu Bekir (ra) giderken, göznuru Aişe annemiz yoktu yanında; kızı Esma yoktu, oğlu Abdullah yoktu. O merhamet âbidesi ve şefkat timsali Ebu Bekir Efendimiz, babasını, eşini ve çocuklarını Allah'a emanet ederek ve vazife sorumluluğunu babalık şefkatinin önüne geçirerek yola koyulmuştu. Ashab efendilerimiz emre itaat ederek doğup büyüdükleri topraklardan ayrılıyorlardı ama aileleriyle beraber gönüllerini de arkada bırakıyorlardı. Çünkü, bir insanın ailesini, evlad ü ıyâlini, doğduğu yeri çok sevmesi ve o insanlardan, o mekanlardan ayrılmak istememesi tabiî ve fıtrîdir. Dâussıla (sıla hasreti) her kalb sahibini inletecek bir acıdır ve hemen herkeste var olan bu hissi gönülden söküp atmak mümkün değildir. Nitekim, Efendimiz (sav) bile Sevr mağarasından ayrılıp yola revân olacağı an yaşlı gözlerle son bir kere daha doğup büyüdüğü topraklara bakmış ve "Mekke! Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- senden ayrılmazdım." buyurmuşlardı. Hazreti Ebu Bekir ve Seyyidina Bilal gibi sahabe efendilerimizden bazıları Peygamber köyünde Peygamberle beraber olmalarına rağmen dâussıla duygusuyla hıçkıra hıçkıra ağlamış ve Mekke için şiirler söylemişlerdi.
İşte, böyle bir ayrılığın hasıl ettiği daussıla duygusuyla geri dönme telaşına düşmeme, hicret beldesini terketmeme ve vazifeyi yarıda bırakıp oradan ayrılmama gibi maslahatlar adına sahabe efendilerimiz "hicret beldesinde ölme, orayı asla terketmeme" mevzuuna çok ehemmiyet veriyorlardı. Dolayısıyla, o dönemde, talihsiz bir şairden başka hiç kimse Medine'yi bırakmamış, Mekke'ye dönmemişti. Dönmek bir yana, onlar hicret mahalleri dışında bir yerde vefat etmekten bile korkmuş, başka yerde ölmeyi hicreti eksik bırakmak olarak anlamışlardı.
Buharî ve Müslim gibi güvenilir kaynaklarda geçen bir hadis-i şerifte anlatıldığına göre, Sa`d İbni Ebî Vakkâs (ra) Vedâ Haccı senesinde Mekke'de şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Orada vefat etmekten çok korkmuş ve kendisini ziyarete gelen Peygamber Efendimize şöyle demişti: "Yâ Rasûlallah! Arkadaşlarım gidecek de ben kalacak mıyım; yoksa ben burada mı öleceğim?" Allah Rasûlü (sav) de ona, "Hayır, sen burada kalmayacaksın. Allah'tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak Allah rızası için güzel işler yapacak ve yükseleceksin; kimi insanlar (mü'minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecekler." demiş, "Allahım! Ashâbımın hicretini tamamla! Onları geri döndürüp hicretlerini yarım bırakma!" diye dua etmiş ve Sa`d İbn-i Havle'nin Mekke'de ölmesine üzüldüğünü de ifade buyuran Efendimiz sözlerini şöyle bitirmişti, "Acınacak durumda olan Sa`d İbn-i Havle'dir, yazık onun haline!"
Evet, ilk dönem itibariyle farz mesabesinde kabul edilen hicret Mekke'den Medine'ye göç şeklinde gerçekleşmiş ve bitmişse de, niyet ve Allah yolunda cehd yönüyle o kıyamete kadar devam edecektir. Mukaddes göç, insanlığın İslam dinine eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğu şu dönemde eski devirlere nisbeten daha da önemlidir. Bugün medenîleşmeyi ve Medîneleşmeyi bekleyen o günkü Yesrib yoktur ama, her yere Medine'nin boyasını çalma ve bedeviliklerle kirlenmiş şehirleri Medîneleştirme vazifesi vardır.. Efendimizin huzuruna çıkarken, "Köyünün izdüşümü Medineleri arkamızda bırakıp, senin Medine'ne koştuk!" diyebilmek için bugün de hicrete ve hicret beldelerine ihtiyaç vardır.
O'nun Sesini Duyurmak İçin Gidin!..
Özellikle 90'lı yıllarda yurtdışında kaldığım yerlerde Allah Rasûlü'nü çok garip hissetmiştim. "Buralarda çok az anılıyorsun ya Rasûlallah, herhalde çok gurbet yaşıyorsun!" demiştim. O'nun ruhâniyetinden özür dileyerek, "Davud'un sesi Seninkinden yüksek çıkıyor. Süleyman'ın sesi Senin sesinden daha çok duyuluyor. Her yandan Musa'nın sesi, İsa'nın sadâsı geliyor. O ses ve sadâlara da ruhlarımız kurban. Ama Ya Rasûlallah, en gür ve yüksek sadâ Senin sesin olmalı değil miydi? Sporda başarılı olamamış bir takımın bayrağının birkaç adım aşağıya çekilmesi gibi nam-ı celilinin aşağıya çekildiğini görüyorum ve adeta içim parçalanıyor." demiştim. Ümmetinden birisi olarak Efendimize karşı derin bir mahcubiyet duymuş, çok utanmıştım. Utanmıştım zira, O'nu biz duyuramamış, yüksekte olması gerekeni biz omuzumuza alıp yükseltememiştik.
Sahabe Efendilerimiz için "Kur'an'ın mucizesi bir cemaat" diyoruz. Çünkü onlar, çok kısa bir sürede emanete ehil hâle geldiler; cihanın dörtbir yanına Allah'ın dinini ve Rasûlü'nün sünnetini götürdüler. Her tarafta Efendimizin sesinin duyulmasını sağladılar. O Kur'an bugün de var. O bugün de sahabe nesli gibi bir nesil yetiştirme gücüne sahip; fakat Allah'ın dini de, Rasûlü'nün sünneti de, Kur'an da bizden vefa bekliyor.
Bu mülahazalarla dolduğum anlarda öyle arzu ediyorum ki, mümkün olsa ve elimden gelse, Türkiye'den bir milyon insanın "hicret" deyip yollara düşmelerini sağlasam. Türkiye'de, kardeş, dost, arkadaş, sempatizan seviyesinde söz ve teşviklerime değer veren insanları hicret niyetiyle dünyanın değişik yerlerine gidip yerleşmeye teşvik etsem. Sanayici, iş adamı, doktor, üniversite ya da yüksek lisan öğrencisi.. kim ve ne olursa olsun, kendi durumlarına göre şartları zorlamalarını, hayatlarını idame ettirebilecek kadar bir iş tutturmalarını ama bulundukları yerlerde mutlaka dinî ve millî değerlerimizin temsilcileri olmalarını, tarihî birikimlerimizi başkalarıyla da paylaşmalarını söylesem. Öyle inanıyorum ki, bir yolunu bulan herkes sebepler dairesinde kendine düşeni yapıp sonra da Allah'a mütevekkil olarak mutlaka hicret etmeli; gittiği yerde bir diplomat gibi vatanımız ve milletimizin temsilciliğini yapmalı, oradan Türkiye'yi gözetip Türkiye'yi kollamalı.. yüreği daima Türkiye için çarpmalı.. vatan ve millet adına yükselen menfi ya da müsbet sesleri bir de oradan dinlemeli, bazı kapıları Türkiye hesabına zorlamalı ve milletimizin istikbali için ne yapılması gerekiyorsa onu yapmalı.
Neylersiniz ki, bunları arzulasam ve dilimin döndüğünce hicrete teşvik etsem de bu konuda bir müeyyidem –şimdilerde yaptırım gücü diyorlar– yok benim. Bu sözleri, bir müessese ya da bir teşkilat adına söylemediğim için ben ne kadar "hicret edin" desem de bu konuda bir müeyyide uygulamam söz konusu değil. Öyle olunca da gitmeyen gitmiyor; tabiî sevaptan da mahrum kalıyor ve gitmeyenlerin pek çoğu bencilliğe gömülüyor. Bu sebepledir ki, Cenab-ı Hakk bazılarını te'dib de ediyor; samimi mü'minleri birbirine düşürüyor, onlara birbirlerinin kusurlarını gösteriyor; neticede herkes diğerinin savcısı gibi davranıyor, başkasında günah aramaya başlıyor. Oysa ki, "Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gidecek çok güzel yerler ve bolluk (imkân) bulur." (Nisa, 4/100) mealindeki ilahî beyana itimad ederek gitseler, hem Allah rızasını tahsil edebilecekleri bir yola girmiş olacak hem de başkasının günahlarının peşinde olma yerine sevap arkasından koşacaklar. Belki onlar da birer Mus'ab bin Umeyr olacaklar.
Aslında, Mus'ab'a da aklım ermiyor benim. Gençliğinin baharında, makam mansıp, mal-menâl her şeyi arkaya atıyor; nefsini, dünyevî isteklerini ayakları altına alıyor ve Yesrib'e gidiyor; onun gittiği dönemde orası henüz Medine olamamış, kupkuru bir çöl. Düşünceleri ters, gözleri kanlı, elleri silahlı adamların arasında kalıyor; onlara iman hakikatlerini anlatabilmek için çırpınırken başında kavis çizen kılıçların gölgesinde maruz kaldığı hakaret ve tehditlere aldırmıyor. Ertesi sene kadın-erkek yetmiş insanı arkasına takıp Mekke'nin yolunu tutuyor; Efendimizin huzuruna varınca "Sana bunları armağan olarak takdim ediyorum yâ Rasûlallah" der gibi Medine'de İslâm'ın girmediği hiçbir ev kalmadığını müjdeliyor.
Söz buraya gelmişken, son dönemde Anadolu'nun bağrından çıkıp herbiri bir eğitim gönüllüsü olarak dünyanın her tarafına seyr u seferler düzenleyen ve açtıkları okullarla ülkemizin, milletimizin yüz akı olan muhacirleri yâd etmemek vefasızlık olur. Aydın Ağabey, dilini, kültürünü bilmedikleri yabancı ülkelerde, çok ağır şartlar altında, yazın kavuran sıcağa kışın da donduran soğuğa rağmen vazife yapan gencecik öğretmenleri gözleri dolarak ve heyecan içinde anlatırdı. Evet, bu devrin karasevdalıları da hicret kervanına katıldılar. Giderken geri dönmeyi düşünmediklerinden ve rahat yaşama gibi bir dertleri de olmadığından, yazın başlarına bir şey sarmadan sivrisineklerden korunamayacakları, kışın da kalın bir örtüye sarınmadan donmaktan kurtulamayacakları yabancı memleketlerde yaşamaya razı oldular. Zaten o şekilde bir beklentisizlikle gitmeselerdi onların hicreti de yarım kalırdı. Çünkü, muhacir, hicret ettiği yere orada ölme niyetiyle gitmelidir; yoksa, şartlar biraz ağırlaştığı zaman dönmeyi düşünebilir. Annenin bir isteğiyle, babanın bir talebiyle, vatan toprağının bir an gözde tütmesiyle orayı terk edip dönebilir. Böylece hem hicretini yarım hem de vazifelerini muattal bırakmış olur.
Şu kadar var ki, hicret beldesi ancak başka bir hicret diyarı niyetiyle terkedilebilir. Eğer, tercih ve takdirlerini kendi tercih ve takdirlerimizden daha kıymetli saydığımız, değerlendirmelerine itimad ettiğimiz öğretmenlerimiz, dostlarımız, arkadaşlarımız varsa ve onlar bulunduğumuz yerde değil de bir başka mekanda olmamızın yaptığımız vazife adına daha verimli olacağını düşünüyorlarsa, biz de onların bu husustaki tavsiyelerine uyup işaret ettikleri yere gidebiliriz. Fakat, yeni yerimize giderken de yine "ölüm anına kadar hicret beldesinden ayrılmama" esasına uygun şekilde niyet tashihi yaparak gideriz.
Soru: Senelerce önce dünyanın değişik yerlerine gidip yerleşmelerine rağmen ancak yıllar sonra mukaddes göç düşüncesiyle tanışanların da hicret sevabı alabilmeleri için bir yol var mıdır?
Cevap: Peygamber Efendimiz, "Mekke fethinden sonra hicret yoktur, ancak cihad ve niyet vardır." buyurmuşlardır. Dolayısıyla gerçek hicret o dönemde Mekke'den Medine'ye yapılan hicrettir; ondan sonraki göçler ise, ancak Allah yolunda cehd u gayret ortaya koyma adına çok sağlam bir niyetle hicrete dönüşecektir. Evet, Allah'la insanlar arasındaki engelleri kaldırma gayesine matuf sağlam ve samimi bir niyetle yola çıkanlar, daha ilk hareketleri olan pasaport muameleleriyle hicret sevabı kazanma turnikesine girmiş olacaklardır.
Yola çıkarken aynı ölçüde halis bir niyete muvaffak olamayıp Allah rızası değil de makam, mansıp, mal, mülk gibi dünyevî menfaatler elde etme gâyesi güdenler için de fırsat bütün bütün kaçmış değildir. Onlar da, hicret gibi amellerde başlangıç itibarıyla niyet şart olmadığından dolayı tashih-i niyetle hicret sevabını elde edebilirler. Evet bir te'sis-i niyet vardır; bir de tashih-i niyet; birincisi, daha işin başında, olması lazım geldiği şekliyle niyet edip Allah'ın rızasını gözetme; ikincisi ise, başlangıçtaki gaye ve hedef ne olursa olsun, işin hakikatini öğrendikten sonra niyeti düzeltip masivâdan sıyrılarak rıza-yı ilahîye yönelmedir. B azı amellerde te'sis-i niyet şarttır ve o amelin mebdeinde niyet lazımdır. Mesela, bir insan niyet etmeden namaza durup da kavmeden veya rukûdan sonra "niyet ettim şu namazı kılmaya" dese, o namaz sahih olmaz. İstidradi olarak şunu da ifade etmeliyim ki, niyet kalbin amelidir. İnsan diliyle birşey söylerken kalbinden başka birşey geçiriyorsa, niyet, dilinin dediği değil, kalbinin meşgul olduğu şeye göre gerçekleşmiş olur. Dolayısıyla niyeti kalbinden yapan, niyetinde mutlaka isabet eder; fakat diliyle bir şeye niyet ettiğini söyleyen kimsenin kalbi başka birşeyle meşgulse o insan niyetinde isabet edememiş olabilir. Evet, niyet namazın şartlarındandır; o şart yerine gelmeden namaza başlanmış olmaz; namaz gibi ibadetlerin daha başlangıcında niyet şarttır, bunları eda edebilmek için te'sis-i niyet gerekir.
Bazı ameller de vardır ki, onların mebdeinde niyet şart değildir; onlar için tashih-i niyet de makbuldür. Mesela, bütün kaza, keffaret ve mutlak adak oruçları için niyetin geceleyin veya ikinci fecrin başlangıcında yapılmış olması ve bu oruçların niyette tayin edilmesi şarttır. Bunlar için fecirden sonra niyet edilirse veya hangisinin tutulacağı kalb ile tayin edilmezse, bu oruçların tutulmaları sahih olmaz. Fakat, Ramazan orucu, tayin edilmiş adak ve mutlak nafile oruçlar için niyetin vakti, yiyip içmek gibi orucu bozan haller bulunmadığı takdirde kaba kuşluğa kadar devam eder. Yani, birincisinde niyet etmek için ancak fecrin başlangıcına kadar bekleme izni varsa da, ikincisinde kuşluk vaktine kadar uzanan bir süre içerisinde niyet etmek mümkündür.
Ayrıca, bazı ibadetler belli vakitlerle sınırlandırılmıştır. Güneş doğ­duktan sonra kılınan sabah namazı ancak kaza olarak değer­lendirilir, "edâ" yerine geçmez. Arafat'ta birkaç saat içerisinde yapılması gereken "vakfe", o vakit geçtikten sonra bir sene orada beklense de gerçekleşmiş olmaz. Bazı ameller de vardır ki, ne zaman yapılırsa yapılsın makbuldür; onlar için belirli bir zaman tayin edilmemiş, onlar tesbit edilen bazı vakitlerle sınırlandırılmamıştır. Kur'ân her zaman okunabilir. Sadaka ve zekât her zaman verilebilir.
İşte, hicret de böyledir. Bir insan hayatı boyunca ne zaman Allah'ın rızasını ve Rasûlü'nün şefaatini gözeterek i'la-yı din uğrunda göç ederse etsin, o muhacir olarak değerlendirileceği gibi, başlangıçta hicret niyeti taşımasa da sonradan niyetini tashih eden kimseler de –inşaallah- muhacirler safında sayılacaklardır. Mesela, bir insan, bir iş için buraya gelmiş olsa, Amerika'da bir mağazalar zinciri kurmak veya bir sanayi tesisi açmak ya da bir gazete çıkarmak için burada bulunsa; fakat, bir müddet sonra, "İşin doğrusu, bunca meşakkat, bunca sıkıntı sadece bu dünya için çekilmez; ben karışık bir niyetle geldim ama niyetimi yeniliyor ve düzeltiyorum. Allah'ın izin ve inayetiyle burada kaldığım sürece kendi kültürüm adına iyi bir temsilci olmaya çalışacağım. Çevremdeki arkadaşlarla temasa geçecek ve kendi manevi değerlerimizin bir mümessili olarak onlarla el ele vereceğim" dese, bu şekilde niyetini yenilese –inşallah- o da muhacirînden olur. Zannediyorum, hicret emredilmeden evvel Medine'ye gönderilen insanlar da bu kategoride mütalaa edilebilir. Mesela, Mus'ab bin Umeyr (ra) Medine'ye giderken tamamen irşad niyetiyle yola çıkmıştır, çünkü o gün henüz hicret emredilmemiştir.
Bu açıdan, vatanından ne zaman ayrılmış olursa olsun, bir insan buraya okumak ve kariyer yapmak için gelmiş olsa veya bir iş kurma niyetiyle ya da başka bir vesileyle yolu buralara düşse de , fani şeyler için bu gurbete katlanmanın bir düşünce kayması olduğunu anlar ve "Ashab efendilerimiz, başkalarının kapısına ancak ve ancak ilâ-yı din için gitmişlerdi. Ben her ne kadar başka niyetlerle gelmiş olsam da, tashih-i niyet ediyor ve söz veriyorum; artık, buralarda elde ettiğim birikimimle ülkeme döneceğim ya da bir mum yakmak için bir başka beldenin yolunu tutacağım âna kadar, ben burada aynı zamanda dinî ve millî değerlerimizin temsilciliğini de yapacağım." derse –inşâallah– hicret ufkunu yakalama yoluna girmiş olacaktır.
Soru: Peygamber Efendimizin hicreti aynı ülke içindeki bir şehirden diğerine, Mekke'den Medine'ye göç şeklinde gerçekleşmişti. Günümüzde de aynı ülkenin bir ilinden diğerine, mesela Konya'dan İzmir'e giden bir insanın göçü hicret sayılır mı?
Cevap: Peygamber Efendimiz, "Gerçek muhacir, günahlardan hicret eden, Allah'ın yasak ettiği şeylerden uzak kalan kimsedir" buyurur. Bundan dolayı, hicret gibi çok muhtevalı bir hususu dar bir açıdan yorumlamamak gerekir. Evet, günahları terk etmekten kıyamete kadar cereyan edecek olan hak yolundaki yolculuklara kadar bütün mukaddes göçler hicret çerçevesinde değerlendirilebilir. Zaten, i nsan önce nefisten rûha, cismânî hayattan kalb ve rûhun derece-i hayatına uzanan çizgide bir hicret yaşar. Kalbinde böyle bir yolculuğu hissetmeyen bir insanın hicretin ne olduğunu tam olarak anlaması mümkün değildir. Dolayısıyla, en büyük muhacir günahlardan uzaklaşan ve Allah'ın yasakladığı şeylere girmenin muhtemel olduğu yerlerden ayrılıp helallere açık atmosferlere giden kimsedir. Böyle bir hicret de kalble alakalıdır ve nerede olursa olsun, dünyanın her yerinde bu tür bir hicretin kahramanı olmak herkes için mümkündür.
Ayrıca, halis bir niyetle hicrete kilitlenen ve bu hususta fiilî hazırlık yapan insanlar bir başka beldeye gitme fırsatı bulsalar da bulamasalar da –inşaallah- muhacirlerle aynı safta yer alırlar. Nitekim Peygamber Efendimiz, "Sadakatle ve samimi bir kalble şehitlik isteyen, yatağında ölse bile şehittir." buyurmuşlardır. Önemli olan gidilen mesafeler değil, niyette yörüngeyi bulmaktır.
Eğer bir insan, "Rabbimin rızası yolunda olayım da nerede bulunursam bulunayım. Bana, Türkiye'de ya da başka bir ülkede, nerede bir vazife terettüp ederse etsin gönül hoşnutluğuyla koşa koşa giderim." duygusuyla yaşıyorsa, öyle bir vazife ömür boyu ona terettüp etmese bile, o insan –inşaallah- ötede muhacirlerle beraber haşrolur. Çünkü önemli olan niyettir ve hicret duygusunun kalbde yer etmesidir.
Hazreti Ebu Bekir, hicret müjdesini almak için aylarca beklemiştir. Hatta, yolculuk sırasında kullanmak üzere özel develer satın almış, onlara ihtimamla bakmış, Peygamberimiz "Allah Teala, hicret izni verdi; ben de seni beraber götürmek için geldim" deyince sevincinden hıçkıra hıçkıra ağlamıştır. Hazreti Aişe der ki, "O güne kadar, sevincinden ağlayan insan görmemiştim. Fakat, o gün babam sevincinden hüngür hüngür ağladı ve ‘Ey Allah'ın Rasûlü, şu iki deveyi bunun için hazırlamıştım.' dedi."
İşte Hazreti Ebu Bekir'in niyeti gibi bir niyet taşıyan insan nerede olursa olsun muhacir sayılır. O sürekli hicret adına bir fırsat doğmasını bekler; bu bekleyişini de donanımlı bir mü'min olmak ve bulunduğu yerde de insanlık için vazife yapmak adına hayırlı işlerle değerlendirir. Takdir-i ilahi onun önüne Erzurum'u, Edirne'yi, İzmir'i veya Türkistan'ı, Afrika'yı, Güney Amerika'yı da çıkarsa hakkındaki takdire razı olur ve memnuniyetle gider. Böylece hem hicret sevabı hem de takdire rıza sevabı kazanır. Evet, anlatmaya çalıştığım hususların hepsi bugünün nesilleri için mümkündür. Yapılması gerekli olan iş, bilimkan olan bu şeyleri bilfiil haline getirmek, -günümüzün ifadesiyle- pratiğe dökmektir.

M.Fethullah Gülen Hocaefendinin eşsiz bir vaazı -Hey gidi günler diyeceksiniz!


M.Fethullah Gülen Hocaefendi-Kırık Tesiti-Mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı: Dua



M.Fethullah Gülen Hocaefendiden Soru CevapFethullah Gülen: Kırık Testi: Mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı: Dua
Soru: Aramızda birbirimizden dua talebi çok yaygınlaştı. Fakat kimi zaman bu isteğin sıradan bir talep hâlinde dile getirildiği görülüyor. Dua isteyen ve böyle bir talebe muhatap olan insanların ruh hâli ve yapması gerekenler hakkında mütalaalarınızı lütfeder misiniz?
Dua, hem kulun Allah’la arasındaki alâka ve münasebet adına, hem de Allah’ın (celle celâluhu) kula muamelesi açısından çok önemlidir. Dua eden bir insan, her şeyden önce, Allah ile münasebet ve alâkasının şuurunda demektir. Evet, dua mülâhazasıyla ellerini kaldıran insan, yüceler yücesi bir dergâhla münasebet içinde olduğunun şuuruna erer. İnsanın Cenâb-ı Hak’la kuracağı böyle bir münasebet ve alâka, Allah’ın da ona olan muamelesinin farklı bir şekilde cereyan etmesine vesile olur. Bazı yerlerde “Bahane Tanrısı” dedikleri gibi, Cenâb-ı Hak, insanın bu kadarcık olsun kendisine yönelmesini bir vesile kabul buyurur; buyurur da o insana, Kendi azamet ve ululuğuna yakışır şekilde muamelede bulunur.

Sırlı ve safî bir ubudiyet

Diğer yandan dua, sebepler üstü Cenâb-ı Hakk’a yalvarmanın bir unvanıdır. Bu yönüyle o, sırlı ve safî bir ubudiyettir. Diğer ibadet ü taatlerin mânevî de olsa sebepler kategorisi içerisinde bir izahı vardır. Meselâ abdest almanın veya namaz kılmanın kendine göre bir külfeti vardır. Aynı şekilde oruç tutma veya hacca gitme gibi ibadetlerin içinde de bir kısım mekarih mündemiçtir. Dolayısıyla bu ibadetleri yerine getirirken çekilen meşakkat, Cenâb-ı Hakk’a karşı bir sebep olarak sunularak, bunun karşısında O’ndan bir şeyler talep etme düşüncesi içine girilebilir. Fakat insanın acz u fakr şuuru içinde ihtiyaç tezkeresiyle ellerini açıp bütün samimiyetiyle O’na yönelmesi, O’ndan bir şeyler beklemesi öyle sırlı bir kulluk ameliyesidir ki, bu, halis bir ubudiyete tekabül eder. Bu yönüyle duanın ibadetler içinde apayrı bir hususiyeti vardır.
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine baktığımızda da, O’nun bütün hayatını duayla geçirdiğini, duayla oturup duayla kalktığını, gece-gündüz hep Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakardığını görürüz. O (aleyhissalâtü vesselâm), yatarken, kalkarken, bir bineğe binerken, cihada giderken, insanları karşılarken, bir sıkıntıya maruz kaldığında… hep dua etmiş ve hayatının her anını âdeta bir dantelâ gibi duayla örgülemiştir. O’nun duaya dair nurlu beyanlarına bakıldığında da, onların tam yerli yerinde ve Cenâb-ı Hak’la münasebet açısından çok yakışıklı düşen sözler olduğu görülür. Temkin ve tedbir abidesi olan Nebiler Sultanı, Allah’ı en iyi bilen zat olduğundan, Cenâb-ı Hak’tan neyin nasıl isteneceğini de en güzel ve en mükemmel şekilde bilen ve ifade eden O’dur. Evet, O, dualarında nüanslarına dikkat ederek öyle enteresan kelimeler seçmiştir ki, O’nun ifade ettiği sözlerin hiçbirisini sorgulamak mümkün değildir. Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ına yaraşır yerli yerinde sözlerle O’na teveccühte bulunma çok önemli bir husus olduğuna göre, biz de Efendiler Efendisi’nin nurlu beyanlarıyla Rabbimize teveccüh edebiliriz. Bu açıdan bir insan dualarında bin defa:
اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ مِنْ خَيْرِ مَا سَأَلَكَ مِنْهُ نَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَنَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا اسْتَعَاذَ مِنْهُ نَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
“Allahım, nebin Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Senden istediği her hayrı Senden istiyor, yine nebin Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şerrinden Sana sığındığı şeylerden de yine Sana sığınıyoruz.” dese, yine de şahsı adına bunu az görüp “daha çok olabilir” demelidir. Çünkü Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ) Allah’ın sevmediği, O’nun razı olmadığı bir şeyi O’ndan istememiştir.

Efendiler Efendisi’nin sahabîden dua talebi

Soruda ifade edilen “dua talebi” mevzuu da bizim için çok önemlidir. Bakın, İki Cihan Serveri’nin kendisi kim bilir kaç sahabîden dua talebinde bulunmuştur. Meselâ rahatsızlandığı zaman Hazreti Âişe Validemiz’den dua talep etmiştir. Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm), ruhunun ufkuna yürümeden önce, derecesinin yükselmesi, Makam-ı Mahmud’un inkişafı, şefaat alanının genişlemesi, bütün ümmetini kucaklayabilecek imkân ve salahiyetin kendisine bahşedilmesi için ümmetine çektirilecek sıkıntılar, âdeta O’na da çektiriliyordu. Zaten, bir hadis-i şerifte de ifade buyrulduğu üzere, belaya en çok maruz kalanlar enbiya-i izamdır. Bu açıdan hastalık, bütün nebilerin sultanı olan Efendimiz’i hususiyle son zamanlarında, demir pençesine almıştı. Öyle ki, mübarek başının ağrısının dinmesi için, başına sımsıkı sargı sarıyordu. İşte Hazreti Âişe Vâlidemiz, bu durumdan kurtulması için Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) elinden tutuyor ve O’na dua ediyordu. Ancak son zamanlarda Hazreti Âişe Validemiz, yine O’na dua etmek üzere elinden tutmak istediğinde, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) elini çekmiş ve
اَللّٰهُمَّ الرَّفِيقَ الْأَعْلٰى
“Allah’ım yüce dostluğunu istiyorum.” demiştir. Yani Allah Resûlü, artık murad-ı ilâhînin öteye müteveccih bir istikamette olduğunu anlamış ve kendi ruh ufkuna seyahatin söz konusu olduğu bir yerde elini çekmiş ve dua talebinde bulunmamıştır.
Başka bir zaman Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) umreye gitmek üzere Allah Resûlü’nden izin istediğinde ona izin verdikten sonra şöyle buyurmuştur:
لَا تَنْسَنَا يَا أُخَيَّ مِنْ دُعَائِكَ
“Ey kardeşçeğizim, duanda bizi de unutma.” (Ebû Dâvud, Vitr 23) Allah’ın himayesinde istiğna-i mukayyet içinde bir hayat geçirmesine ve Cenâb-ı Hakk’ın, kendisinin bütün dualarına icabet buyurmasına rağmen Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) Hazreti Ömer’den veya diğer sahabîlerden dua talep etmesi, bu meselenin hafife alınmayacak derecede önemli bir mesele olduğunu gösterir.

En hızlı kabul olunan dua

Konuyla ilgili bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem)  şöyle buyurmuştur:
إِنَّ أَسْرَعَ الدُّعَاءِ إِجَابَةً دَعْوَةُ غَائِبٍ لِغَائِبٍ
“En süratle kabule karin olan dua, gâibin gâibe duasıdır.” (Ebû Dâvud, Vitr 29) Hazreti Pîr de 23. Mektup’ta duanın kabulünün hangi şartlara müstenit olduğunu anlatırken, diğer şartların yanında bu hususu da zikrederek bizahri'l-gayb (gıyaben) yapılan duanın kabule karin olacağının rahmet-i ilâhîyeden kaviyyen ümit edileceğine dikkat çeker. Ayrıca Üstad hazretleri, eserlerinin birçok yerinde, “Sabah ve akşam duamda dâhilsiniz. Siz dahi beni duanızda dâhil ediniz. Şu âlemde mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı dua iledir.”, “Âhiret kardeşiniz olan Said ise, her sabah akşam dergâh-ı ilâhîde dua vasıtasıyla sizinle beraberdir.”, “…Senden ve âhiret hemşirem yani ikinci validem ve kardeşimin muhterem validesinden duanızı istiyorum. Madem duada sizi şerik ediyorum; siz de benim duama âmin hükmünde olarak dua ediniz.”, “Ben onları duama dâhil ediyorum; onlar da bana dua etsinler.” gibi ifadelerle bu meselenin hafife alınmaması gerektiğini göstermiştir.
Bu noktada soruda dikkat çekilen husus üzerinde durmak istiyorum: Bu meselenin aramızda yaygınlaşması ölçüsünde işin ruhu ve mânâsı göz ardı edildiğinde, bazen dua talebi beylik bir söz hâlinde dile getirilebilir. Dolayısıyla bu talep, ruhsuz, şuursuz, tabir caizse tadı tuzu kaçmış bir hâlde ifade edilebilir. Meselâ “Kardeşim bize dua et.” ifadesi, ayağa düşürülen sözler kabilinden bir söz hâline gelebilir. Bu açıdan evvela dua talep eden insan bu mevzuda çok samimi olmalı ve hakikaten yürekten dua talebinde bulunmalıdır. Yani, şuurun taalluk etmediği, sırf ağızdan çıkan beylik bir laf hâlinde değil; hüsnüzannımızın bir neticesi olarak, ciddi bir arzu ve iştiyakla dua talep edilmelidir. Dua isterken de, her zaman; “İnşallah bana dua eder ve inşallah onun duası kabul buyrulur.” diye düşünmeli ve halisane bizahri’l-gayb yapılan duayı Allah’ın kabul buyuracağına inanmalıyız. Bu açıdan dua talebinde bulunurken iç dünyamıza hâkim olan mülâhazalar şöyle olmalıdır: “Allah’ın inayeti ve bir yönüyle o inayetin tecellîsine vesile olacak salih mü’minlerin duası olmasa, kendimi hatar-ı azimle karşı karşıya görüyorum. Hafizanallah dalâlet içine devrilip gideceğimden çok korkuyorum.” İşte bu duygu ve düşüncelerle “Kardeşim, şayet size külfet olmayacaksa rica ediyorum, ne olur, Allah aşkına mü’min kardeşlerin hepsine dua ederken, hatırlayabilirseniz dualarınızda beni de anın.” diyerek dua talebinde bulunmalıdır. Evet, başkasından dua isteyen bir insan acz, fakr ve zaafının farkında olmalı, Allah’ın inayeti olmazsa ayakta durmasının mümkün olmayacağına inanmalı ve kendisi için yapılacak duayı Allah’ın inayeti adına en büyük bir vesile bilmelidir.

Dua ve vefa

Dua isteyen bu düşüncelerle isterken, kendisine dua emanet edilen insan da, vefanın gereği olarak dua etmeyi ihmal etmemelidir. O, böyle bir talep karşısında, gerektiğinde geceleyin kalkmalı, teheccüt mü, vitr-i vacip mi, yoksa hacet namazı mı, hangi namazı kılacaksa kılmalı sonra da ellerini açıp başka dua edilecek isimlere dua ettikten sonra hiç olmazsa birkaç dakikasını da dua isteyen arkadaşına ayırmalıdır. Böylece kardeşine karşı vefa ve civanmertliğini ortaya koymuş olur. Çünkü o, bu dakikalarını kendisine ayırabilirdi. Sadece bir kere “Allah’ım beni Cennet-i Firdevsinle sevindir.” diyeceğine, bunu beş kere söyleyebilirdi. Fakat o, kendisi hakkında sadece bir defa bunu istedikten sonra Ali, Veli, Bekir, Osman, falan sınıf, filan zümre için de istemektedir. Böylece kardeşlerine karşı vefa borcunu, onları duasında yâd etmek suretiyle yerine getirmiş oluyor. Aslında bunun mânâsı: “Allah’ım ben, Sana inanan, benimle aynı safta duran bir mü’min kardeşim için içimi döküp Senin vefana sığınıyorum.” demektir. Zira unutmamak lazım ki, hiç kimse Allah kadar vefalı olamaz.
Aynı şekilde diyelim ki size yüz kişilik bir liste getirip dediler ki: “Bunlar, dünyanın dört bir yanına seyahat eden, gittikleri yerlerde bursla çalışan, örneği kendinden bir hareketin bizi utandırmayan temsilcilerinden. Bu arkadaşlarımızın, gittikleri yerde dimdik durabilmesi, hizmetlerinin müessir olması ve orada herhangi bir gaileyle karşı karşıya kalmamaları için dua talep ediyoruz.” Hakkınızda bu kadar hüsnüzan eden insanlara karşı siz de vefanın gereği olarak, Cenâb-ı Hakk’ın, rahmet ve lütfuyla dünya semasına nüzûl buyurduğu, buyurup “Dua eden yok mu, duasını kabul edeyim?” dediği eşref saatlerini değerlendirerek ellerinizi açmalı ve ister tanıyın ister tanımayın gelen listedeki isimleri okuyup onlara dua etmelisiniz.

Şuur vizeli dualar

Tabiî bütün bu dualar yapılırken, dua eden kimsenin, söylediği her bir kelimeyi şuuruyla vizelendirerek söylemesi çok önemlidir. Evet, insanın ağzından çıkan her bir kelimenin üzerinde şuurunun mührü bulunmalıdır. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem);
إِنَّ اللهَ لَا يَقْبَلُ دُعَاءً مِنْ قَلْبٍ غَافِلٍ لَاهٍ
(Hâkim, el-Müstedrek, 1/670 (1817) buyurmak suretiyle, Cenâb-ı Hakk’ın ne dediğini bilmeyen, söylediğinden habersiz olan kimselerin duasını kabul etmeyeceğini ifade buyurmuştur. Bu açıdan insan, duada her bir kelimeyi vicdanında derinlemesine duyarak söylemeli ve ne istediğinin farkında olmalıdır.
Bu arada, kendisinden dua talep edilen için şöyle bir tehlike ihtimalinin bulunduğunu da ifade etmemiz gerekir: Bir insan, kırk-elli sene Allah yolunda çalışıp çabalayan bir daire içinde bulunduğundan, bazıları ciddi hüsnüzan beslediği bu zattan dua talebinde bulunabilirler. Haddizatında kırk-elli sene müstakim bir çizgide yaşayan böyle sâdık bir insana karşı hüsnüzanda bulunulması tabiîdir ve bunun asla hafife alınmaması gerekir. Böyle bir vefa ve sadakati hafife alma, bir mânâda Allah’ın hoşnutluğunu hafife alma ve Allah’a karşı bir saygısızlık demektir. Hatta ben, böyle bir zatın mefkûreyi ne denli derin bir düşünceyle ele aldığına, temel çerçevesiyle ne kadar onu kavrayıp ihata ettiğine ve yapması gerekli olan şeyleri ne ölçüde yapmış olduğuna bile bakmam. Meseleyi bütün bunlardan tecrit ederek onun sadece durması gerekli olan bir kapının önünde durması ve o eşiğe bir ömür boyu başını koyması açısından bakar ve bunu çok önemli görürüm. Meselâ Hazreti Pîr’in mebde-i hayatından, münteha-yı hayatına kadar geçen sürede hiç tavır değiştirmeksizin o sağlam ve dimdik duruşu, sizin kitaplar dolusu dua döktürmenizden çok daha önemli olabilir. Bu açıdan bazıları gözüne kestirdiği böyle bir kimseye gelerek ondan dua talep edebilirler. Fakat böyle bir durumda o şahsın da kulluk konumunun farkında bulunması ve haddini bilmesi gerekir. Evet, diğer insanlar kendilerine düşeni yaparak böyle bir zata gelip ondan dua talebinde bulunabilirler. Bu durum karşısında ise o insanın, fevkalade mahviyet ve tevazu içinde, haddini bilerek; “Allah’ım bunlar hüsnüzan edip benden dua talebinde bulunuyorlar. Onları bu zanlarında yalancı çıkarma. Bu insanlara karşı alâkasız kalmaktan utanıyor ve onları geri çevirmekten hicap duyuyorum.” deyip isteyeceğini Cenâb-ı Hak’tan istemesi gerekir. Duasına icabet buyrulduğu takdirde de böyle bir neticenin Allah’tan olduğunu hiçbir zaman unutmamalı; bunu, bir ölçüde dua isteyenlerin hüsnüzannına ve onların Cenâb-ı Hakk’a samimi teveccühlerine bağlamalıdır. Bu mülâhazalarla meseleye yaklaşılırsa, hem şirke girilmemiş hem de dua istenilen insanın enaniyeti beslenmemiş olur.
Bu mevzuda herkesin temkinli hareket etmesi gerekir. Eğer Allah (celle celâluhu) birinin eliyle bir başkasına şifa verdiyse, bu, her zaman ve her hâlükârda Allah’tan bilinmelidir. Meselâ, dua edecek kimse elini hastanın üzerine koyarken; “Ya Rabbi! Ne olur Efendiler Efendisi’nin mübarek eli de elimin üzerinde olsun ve bu insan bu rahatsızlığından sıyrılsın. Ben biliyorum ki, böyle bir netice benim elimle hâsıl olacak bir şey değildir. Fakat madem bu insanı, hüsnüzannı buraya kadar getirmiş, Sen onu geriye boş çevirme. Riayetinle, kilaetinle, inayetinle ona şifa ihsan eyle!” diyerek meseleyi gerçek Sahibine vermeli; verip kendisi o işin içinden sıyrılmalıdır.
Ayrıca günümüzde bazılarının yaptıkları gibi, hususi ocaklar, dua ve kehanet evleri açma, oralarda gelene gidene muska yazma, bu işi bir meslek ve sanat hâline getirme gibi uygulamaların din-i mübîn-i İslâm’da yerinin olmadığını ifade etmemiz gerekir. Duanın yapılacağı yerler ve yapılma mülâhazası vardır. Ancak bu işin bir sanat hâline getirilerek şifanın ille de bu yolla oluyormuş gibi gösterilmesi dua edenin kendisine bir şeyler izafe etmesi mânâsına geleceğinden dolayı çok tehlikeli ve çok hatarlıdır. İnanan mü’minler olarak biz, her zaman temkinli olmalı, kendimizi düz insan olarak görmeli, düz insan nazarıyla dua etmeli ve bütün hayatımızı böyle bir şuur ve hassasiyet içinde geçirmeliyiz.

M.Fethullah Gülen Hocaefendi-Kırık Testi-O'nun Adıyla Oturup Kalkmak

Selefi salihîn arasında, gerçekten çok ciddi şekilde, rekâike tevcih gayreti vardı; zühd mülahazasını yerleştirme, kalbin zümrüt tepelerinin eteklerinde dolaşma, sonra o zümrütten yamaçlara tırmanma ve nihayet o tepenin zirvelerine ulaşma; Üstad'ın yaklaşımıyla, insanları hayvaniyetten çıkarma, cismâniyetten kurtarma, kalb ve ruhun derece-i hayat seviyesine yükseltme gayreti vardı. Hatta onlar arasında yaşayan öyle kalb, muhasebe, murakabe ve haşyet insanlarından bahsedilmektedir ki, ötelere ait bir mesele okurken korkudan kalbleri duruvermiştir. Mesela, Abdullah b. Vehb, kıyametin yüreklere ürperti salan sahnelerini okuduğu bir anda kalbi havf ve haşyetle dolmuş, hıçkırığa tutulmuş, kendinden geçmiş, kollarına girip evine götürdükleri zaman korkudan dolayı kalbinin durduğunu görmüşlerdi. Ebu Osman en-Nehdî bayılana kadar namaz kılıyor, bazen okuduğu ayetlerin tesiriyle bayılıp düşüyordu. İnsanlar o kadar hüşyar ve yürekler de öyle titrekti.
İşte, namaz, oruç, hac gibi ibadetlerin de, emr-i bi'lma'ruf, nehy-i ani'lmünkerin de kendilerine göre ayrı birer yeri vardır. Fakat, ibadetin ruhu ihlassa, ibadet ü tâatın damarlarında dolaşan kan da zikirdir. Zikir, hem lisân, hem kalb, hem beden ve hem de vicdanın bütün erkânıyla yerine getirilen bir vazife ve bir kulluk borcudur. Cenâb-ı Hakk'ı bütün esmâ-i hüsnâsıyla, bütün sıfât-ı kudsiyesiyle yâd etmek, hamd ü senâyla gürlemek, tesbih u temcîdlerle gerilmek, kitabını okumak, O'nun rehberliğine sığınmak; kâinat kitâbındaki âyât-ı tekvîniyesini mânâyı harfiyle mırıldanmak; acz u fakrı duâ ve münâcât lisânıyla ilân etmek.. evet, bunların hepsi lisâna âit birer zikirdir.
Emir ve yasakları ciddî bir duyarlılıkla hayata taşıyıp yaşamak, her emir ve her yasakla kendisine yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına koşmak ve derin bir mes'ûliyet şuuruyla yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir ki, lisânla yapılan zikrin derinliği de büyük ölçüde bu ikinci zikirden kaynaklanmakta ve bu "anilmerkez" güçle bir ölümsüz ses hâline gelmektedir. Öyleyse asıl olan, lisana ait zikri ve bedenî zikir diyebileceğimiz aksiyonu beraber götürmektir.
Ashâb-ı kiram ve selefi salîhin efendilerimiz zikrullahı en zor şartlarda ve harp meydanlarında bile terk etmemişlerdir. Hatta onlar, cihada giderken bile, öyle yüksek sesle Allah'ı (cc) anıyor, O'nun esmâ-i ilâhiyesini, sıfât-ı sübhâniyesini zikrediyorlardı ki, -teşbih caizse- adeta bir mehter takımıyla cûşiş temin ediyor gibi, zikirle gönüller heyecanlanıyor, dört bir yanda yankılanan evrâd ü ezkâr sesleriyle öteler iştiyakı köpürüyordu insanların içinde. Gürül gürül Kur'an ve dua okuyor, avaz avaz Allah'ı (cc) anıyorlardı. Onların bu halini gören Allah Rasûlü (sav), "Siz sesinizi duymayan, yakarışlarınızı işitmeyen birisine seslenmiyorsunuz; sesinizi indirin, kendinize biraz şefkat edin." deme lüzumunu hissetmişti.
İstidrâdî olarak bir hususu arz ettikten sonra zikre devam etmek istiyorum: Merhum Şâtıbî, İ'tisam'ında gür sesle zikretme meselesini bid'at sayıyor. Zannediyorum, o dönemde pek çok bid'at yapılıyordu. Bu sebeple o da, bid'at saydığı şeylerin üzerine şiddetle gidiyordu. Cenâb-ı Hak Şâtıbî'yi Firdevs'iyle sevindirsin, zira o dine çok hizmet etmiş, bitevî beyin sancıları çekmiş, miras olarak kıymetli eserler bırakmıştır. Fakat, muasırım olsaydı ben ona derdim ki, "A üstad, senin yaşadığın dönemde, Endülüste eyalet eyalet üstüne, künde künde üstüne yıkılıp gidiyordu. Orada zalim hükümdarlar, Müslümanları kılıçtan geçiriyordu. Ve sen Müslümanlar arasında İslâmî heyecan uyaracağına, bid'atlara kafanı taktın, hep onlarla uğraştın. O gün yapılması gerekli olan iş o değildi. İşte o gün, senin yaşadığın bölgede birliği temin etme, yüreklerde din gayretinin kor haline gelmiş ateşine güç verme çok öne çıkmıştı. O gün de Müslümanların hastalığı ihtilaf ve tefrika; fakr u zaruret ve cehaletti. Bunlara karşı mücadele vereceğine teferruat sayılabilecek meselelerle uğraştın."
Eğer o mübarek zatın, Şâtıbî'nin ruhâniyeti benim söylediğim bu şeylerden rahatsız olduysa Allah (cc) beni bağışlasın, Cenâb-ı Hakk'ın binlerce mağfireti de onun üzerine olsun. Fakat kafama takılan, çoktan beri zihnimi meşgul eden bir meseleyi söylemiş oldum. Ben, onun İ'tisam adlı kitabına takıldığımda, o mesele de benim kafama takıldı. Evet, o devirde yazılacak şey başkaydı; o gün, insanlarda İslâmî heyecanı uyarmak, birlik ruhunu diriltmek, ilme ve eğitime önem vermek ve elele İslâm dünyasının maddî-mânevî yükselmesine çalışmaktı. Ne var ki, öyle pek çok devirde olduğu gibi, aslı ve temeli dinde olan meselelerde teferruata ait şekillendirme mevzuuyla uğraşılmış ve dolayısıyla da çok şey ihmale uğramıştı.
Evet, sahabe efendilerimizden bugüne kadar her devirde hak dostları zikrullahı, damarlarda dolaşan kan gibi kabul etmiş, değişik yollarla Allah'ı (cc) anmamayı kan yetmezliğine bir sebep gibi görmüş ve sürekli zikirle beslenmişlerdir. Mesela, Hazreti Ali Efendimiz der ki, "Ben Rasûlullah'tan şu duayı ve şöyle bir tavsiyeyi duyduktan sonra artık onu hiçbir gece terk etmedim." Hazreti Ali için, belki de hayatının en önemli, en ciddi gecesi ve onun en çok meşgul olduğu zaman dilimi, Nehrivan'da Haricîlerle savaştığı geceydi. Birisi Nehrivan'ı işaret ederek, "O gece de unutmadın mı, onca koşuşturma ve meşgale arasında dua ve zikrini terk etmedin mi?" diye sorunca Hazreti Ali'nin cevabı, "O gece bile terk etmedim." şeklinde olmuştur.
Evet, belli dönemler itibarıyla bizim dünyamızda, evde, sokakta, camide ve hatta harp meydanlarında Allah (cc) anılıyor, her fırsatta zikir halkaları teşkil ediliyor ve Cenâb-ı Allah'ın isim ve sıfatları yâdediliyordu. Zikrullah, oruç tutarken de, zekat verirken de ihmal edilmiyordu. Hacda gürül gürül zikrullah sesi duyuluyordu.. Bayram sabahları ovalar, obalar bir çağlayanın akışına benzeyen zikir sesleriyle doluyordu. Hususiyle de Kurban Bayramı’nda yüksek sesle tekbir getirme, şeâiri ilan etme mânâsına geliyordu. İşte bu itibarla zikrullah, hemen her ibadetin damarlarında cereyan eden kan gibiydi; bugün de öyledir. Onsuz hiç olmadı; bugün de onsuz olamaz. Çünkü biz ancak onun sayesinde, Allah'la (cc) irtibatımızı kuvvetlendiririz. Zikrullahın, evrâd ü ezkârın terkedilmesi bizde ciddi bir zaaf meydana getirir. Allah'la (cc) münasebetlerimizde bir gevşeme hasıl eder, hafizanallah.

M.Fethullah Gülen Hocaefendiden-Fedakar Öğretmenler


M.Fethullah Gülen Hocaefendiden-Kırık Testi -İman Yolu adlı yazısı

M.Fethullah Gülen Hocaefendiden İman Yolu ...
İman bir duyma, bir hissetme meselesidir. Her insanın seviyesine göre farklı bir iç ihsastır o. O olmayınca insanın başka şeylere kapı açması düşünülemez. Mesela, kalbi Allah sevgisi ile tam anlamıyla dolu olan birisinin başka şeylere karşı nefret hissi kalmaz. Bir başka ifade ile Allah aşkı yer bitirir onu. Üstad’ın Otuz İkinci Sözde dediği gibi; "Bazıları ism-i Vedûd’a mazhar olur. Felek mest, kamer mest, nücûm mest, serâser âlem mest.." Her şey mest olur yani, her şeye öyle bakar. Her şeyi ama her şeyi O’ndan ötürü öper, koklar ve sever. İnanmayana bile "Keşke inansa" der ama bu durumu bir yönüyle de takdir eder; "Senin mührün" der ve hikmet avcılığı yapar.Ama kalpte O’na karşı olan sevgi bağları koparsa başkalarına karşı da kopar. Artık başkaları ile olan münasebetleri tamamen menfaat-ı dünyeviye ve cismaniyyeye yönelik hale gelir. Bunlar ise çok zayıf bağlardır.
Bence her şeyin O’na bağlanması ve O’nun delice sevilmesi çok önemlidir. Bunun icin bakış açısının buna göre ayarlanması, her fırsatın bu çerçevede değerlendirilmesi gerekir. Mesela, "acz u fakr"... Bu perspektiften kainata, eşyaya ve hadiselere bakan bir insan o acziyet ve zaafiyet icinde O’nun engin şefkatini görür. Bu onu Allah’a karşı alakaya sevkeder. Âfâk ve enfüste O’nun âyâtını tefekkür eder, marifeti artar. Kendi iktidar ve kapasitesini aşan onca işlere bakar, "her şeyin arkasında O var" der.

M.Fethullah Gülen Hocaefendiden -Bayramlar- En büyük bayram..


M.Fethullah Gülen Hocaefendiden- Bizi Bu Belde Halkına Sevdir Allahım!- soru ve cevap

Soru: Dua Mecmuası'nda da yer aldığı üzere Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) teşrif edeceği bir beldeyi gördüğü zaman, "Allahım, bizi bu belde halkına, bu beldenin salihlerini de bize sevdir." diyerek dua ediyor. Dünyanın dört bir tarafına açılan hizmet sevdalıları için Efendimiz'in fem-i güherinden sâdır olmuş bu dua neler ifade eder?
Cevap: Malum olduğu üzere dua ile alâkalı yapılan taksimatlardan biri de onun fiilî ve kavlî olarak ikiye ayrılmasıdır. Üstad Bediüzzaman hazretlerinin verdiği örnekle anlatacak olursak, bir çiftçinin toprağı işlemesi fiilî bir duadır ki, bununla hazine-i rahmetin kapısı olan toprağı saban ile çalmış olur. Cenâb-ı Hakk'ın hususî bir atiyyesi olmadıkça, toprağa tohum atmadan o tarladan bir ürün almanın mümkün olmadığı açıktır. Dolayısıyla esbap adına ne gerekiyorsa mutlaka ortaya konulmalıdır. Fiilî duaya riayet etmek sebepler dünyası içinde yaşayan biz insanoğlu için kaçınılmazdır. Dolayısıyla fiilî dua esbabı nazar-ı itibare almak ve o sebeplerin gerektirdiği şekilde davranmakla olur. Ayrıca Cenâb-ı Allah sebepleri izzet ve azametine perde yapmıştır. Bizim de o perdeye saygılı olmamız iktiza eder. Onları görmezlikten gelmek bu açıdan Allah'a karşı bir saygısızlıktır. Diğer bir açıdan da, esbaba riayet etmeme bizi, insan iradesini reddeden Cebrîlik düşüncesi içine sürükler ki, bu da akîde ve inanç açısından çok tehlikelidir. Evet, irade ve şuur sahibi insanoğluna düşen, sebepleri görmek ve onlarla uyum içinde yaşamaya çalışmaktır. Bir bütün olarak ekosisteme bakıldığında apaçık bir nizam ve intizam görülmektedir. Demek ki, her varlık Allah'ın meşîet ve iradesiyle o sisteme uymaktadır. Bununla beraber ekosistemin irade ve şuur sahibi müstesna bir parçası olan insanoğlu, zaman zaman bilgisizce davranıp Hakk'ın muradına muhalif işlerin içine girebilmekte ve böylece o mükemmel sisteme zarar verebilmektedir. Tabiî, kendisi de o sistemin bir parçası olduğundan dolayı zarar eninde-sonunda dönüp insan hayatını negatif şekilde etkiler hâle gelmektedir.
Kavlî duaya gelince o da, toprağı işledikten sonra, ürün alabilme dileğiyle elleri açıp Cenâb-ı Hakk'a yalvarmak gibidir. Bu mânâda dua sebepler üstü, Hazreti Müsebbibü'l-Esbâb'a teveccühün unvanıdır. Zira, O Kudreti Sonsuz, sebeplere bağlı olarak verebileceği gibi, dilerse hârikulâdeden hususî bir atiyye olarak sebeplere bağlı olmadan da lütufta bulunabilir. Ne var ki, ne Peygamberimiz ne de diğer enbiya-i izam (alâ nebiyyina ve aleyhimüsselâm) plan ve projelerini bu kabîl hârikulâdeliklere bina etmemişlerdir.
Sevginin Aksettiği Mücellâ Ayna
Sizin sorduğunuz soruda da Efendimiz Aleyhissalâtü vesselâm'ın böyle kavlî bir duası yer almaktadır. Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir beldeyi teşrif buyurduğu esnada;
 اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا حَيَاهَا وَأَعِذْنَا مِنْ وَبَاهَا وَحَبِّبْنَا إِلَى أَهْلِهَا وَحَبِّبْ صَالِحِي أَهْلِهَا إِلَيْنَا اَللّٰهُمَّ بَارِكْ لَنَا فِيهَا 
"Allahım, bu beldenin bolluğuyla bizi rızıklandır. Veba gibi hastalıklarından bizi koru. Bizi bu beldenin halkına, bu beldenin salihlerini de bize sevdir. Allahım, burayı bizim için bereketli eyle." şeklinde dua ediyordu.
Efendiler Efendisi (aleyhissalâtü vesselâm) insanların gönüllerini kazanabilmek, oralara sevgi tohumları ekebilmek için hem gerekli sebeplere müracaat etmiş, meselâ onlarla hep diyalog hâlinde bulunmuş, münasebetlerin kesilme noktasına gelmemesi için perdeyi yırtmamış, hem de kavlî dualarıyla, muhataplarının gönüllerinde sevgi yaratması için Cenâb-ı Hakk'a el açıp yalvarmıştır. Allah da o en sevdiği kulunu hiçbir zaman huzurundan boş çevirmemiş, hususî atiyyeleriyle sevindirmiş, göklerde ve yerde O'nun için sevgi vaz'etmiştir. Hatta bir mânâda sevgi, varlığın çehresine Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) aynasından yansımıştır. Evet, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine bakıldığında, fem-i güher-i nebevîden dökülen bu duanın dergâh-ı ilâhîde kabul edildiğine şahit olursunuz. Meselâ, Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye hicret buyurduklarında Medine halkı, O Habîb-i Kibriya'yı çok sevmiştir. İçten içe bütün bütün dejenere olmuş bir kısım münafıklar ve İslâm düşmanlığıyla gözü dönmüş bazı kâfirler istisna edilecek olursa, Medine'de Resûlullah'a gösterilen sevginin büyüklüğü ortadadır. Evs ve Hazreç kabileleri de dâhil olmak üzere Medine halkı Efendimiz'in orayı teşriflerinden çok kısa bir zaman sonra O'nun etrafında âdeta pervane gibi dönmeye başlamışlardır. Aslında O Nebiler Serveri her nereye şeref-kudüm buyurmuşsa orada hüsnükabul görmüştür. Aynı şekilde Efendimiz de Medine'yi çok sevmiştir. Konuya, ümmetine emanet etmiş olduğu nurlu mesaj perspektifinden bakılacak olursa, Altın Çağ'dan bugüne hüsnükabul görmeye devam ettiği apaçık ortadadır. Evet, siz de kalblerinize, kalblerinizde İnsanlığın İftihar Tablosu'nun o müstesna yerine baktığınızda, O'nun, tarihte başka hiç kimseye nasip olmayan nasıl emsalsiz bir sevgi çağlayanına mazhar olduğunu anlarsınız. İçinizdeki O'nu her şeye tercih etme mülâhazası, sizdeki O'na karşı alâkanın en büyük emaresidir. Siz böyle olursanız, O da öbür âlemde, ruhunun ufkunda size karşı ciddi bir sevgi ve alâka duyar. Zaten O'nun gönlünde size karşı sevgi yoksa, sizde de O'na karşı sevgi olmaz/olamaz. Zira sevginin bir mânâda kaynağı O'dur. Allah'tan gelen sevgi O mücellâ aynaya akseder ve sonra ümmetine tevzi edilir, dağıtılır. Dolayısıyla sevginiz ölçüsünde O'nun nezdinde seviliyor olduğunuz mülâhaza, ümit ve recâsını taşıyabilirsiniz.
Kâinatın İftihar Tablosu şereflendirdiği beldelerde böyle hüsnükabul gördüğü gibi, O'nun has temsilcileri de, derecesine göre gittikleri yerlerde hep sevgi, saygı ve kabul görmüşlerdir. Meselâ irşad niyetiyle Yemen'e giden Hazreti Ali'nin (radıyallâhu anh) etrafında çok kısa bir zaman diliminde binlerce insan toplanarak halkalar oluşturmuşlardır. Onlar Hazreti Ali'yi sevmiş, Hazreti Ali de onları sevmiştir. Zaten Hazreti Ali (radıyallâhu anh) sadece harp meydanlarının kahramanı değil, aynı zamanda mânâ âleminin de bir sultanıdır. Böyle zülcenaheyn olması yönüyle de o, Peygamber Efendimiz'in (aleyhi ekmelüttehiyyât ve etemmütteslimât) en hakiki vârislerinden birisidir. Ona duyulan sevginin neticesindedir ki, Ebû Musa el-Eş'arî ve Abdullah ibn Cerîr el-Becelî gibi (radıyallâhu anhüm ecmaîn) çok kıymetli Müslümanlar samimi olarak İslâm'a bağlanmışlardır.
Sevgiyle Gidilen Yerlerde Kalıcı Olunabilir
Diyalog adına, inancınızdan kaynaklanan güzellikleri gittiğiniz yerlerdeki insanların sinelerine boşaltma hesabına hadis-i şerifte zikredilen sevginin ne kadar ehemmiyetli olduğu âşikardır. İslâm tarihine bakıldığında Müslümanların, gönülleri kazanmak niyetiyle gittikleri yerlerde kalıcı olabildiklerini görürüz. Meselâ, Asya, Balkanlar, Küçük Asya dediğimiz Anadolu, Afrika'nın bazı yerleri hep böyledir. Müslümanlar gittikleri bu beldelerin ahalisini sevmiş, onlar da Müslümanlara karşı hep muhabbetle yaklaşmış ve zamanla İslâm'ın güzellikleri içerisinde eriyip gitmişlerdir. Yine bunu da Efendimiz'in (aleyhissalâtü vesselâm) genel tavrının bir neticesi olarak görmek gerekir. Yani siyeri, felsefesiyle iyi anlayan sonraki Müslümanlar gerçek fethin ancak gönüllerin fethiyle olabileceğini kavramış ve hareketlerini bu mülâhaza üzerine bina etmişlerdir.
Bugün de arkadaşlarımız, tarihte eşine ender rastlanacak bir şekilde dünyanın birbirinden çok farklı beldelerine hicret etmekte, gidiş maksatlarına muvafık olarak da o beldelerde pek çok kesimden değişik insanlarla muhatap olmaktadırlar. Yukarıda da arz edilmeye çalışıldığı gibi önce fiilî duayı yerine getirmek gerekecektir. Bu da o yörelerdeki farklı kültür ortamlarını, değişik hissiyatları hesaba katarak hazırlıklı gitmek suretiyle olur. Nelere, ne kadar değer atfettiklerini bilmeden ve –en azından başlangıçta– ona göre bir duruş sergilemeden o beldelerin halkıyla diyalog kurmanız imkânsız sayılır. Gerçi umumi mânâda insana insan olmasından dolayı gösterilmesi gereken saygıyı ortaya koyduğunuzda hemen her yerde gönüllerden vize alabilir, hemen her yere adım atabilirsiniz. Ne var ki, adım attığınız yerde kalıcı olmayı istiyorsanız, o insanları iyi tanımak ve ona göre iyi bir duruş sergilemek mecburiyetindesiniz.
Zâhirî esbap açısından yapılması gerekli olan da budur. Bununla beraber, bizim doğru hareket etmek, yanlış yapmamak, gittiğimiz beldenin halkını sevmek ve onlar tarafından sevilmek için Cenâb-ı Hakk'a el açıp yalvarmamız da bu hususta duanın kavlî olanıdır. Biz de Resûl-i Ekrem Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptıkları duayı tekrarlar ve "Allahım, o belde halkının salihlerini bize, bizi de onlara sevdir." deriz.
Allahım! Hakkımızda "Vüdd" Vaz' et
Bununla beraber her gün belki defalarca,

اَللّٰهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللّٰهِ وَكَلِمَةَ الْحَقِّ فيِ كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَاشْرَحْ صُدُورَنَا وَصُدُورَ عِبَادِكَ فيِ كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ إِلىَ الْإِيمَانِ وَالْإِسْلَامِ وَالْإِحْسَانِ وَالْقُرْآنِ وَإِلَى خِدْمَةِ الْإِيمَانِ، وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ 
"Allahım! Nâm-ı Celîlin'i dünyanın her yerinde bir kez daha i'lâ buyur. Bizim ve dünyanın her köşesindeki bütün kullarının kalblerini imana, İslâm'a, Kur'ân'a ve iman hizmetine aç ve bizi bu vazifede istihdam buyur. Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsnükabul vaz' et!" diye dua ederiz.
Bu aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'da salih kullarına vermiş olduğu bir müjdedir: "İman edip salih ameller işleyenler için Rahman, sevgi ve hüsnükabul vaz' eder." (Meryem, 19/96). Yani onları başkalarına da sevdirir ve kabul ettirir; hem kendi indinde, hem de mahluklar nezdinde onları sevimli kılar. Bu sevgi ve hüsnükabul Cenâb-ı Hakk'ın Vedûd isminin bir tecellisi olmaktadır. Hatırlanacağı üzere bir hadis-i şerifte de, "Allah bir kulunu sevince Cebrail'e, ‘Ben falan kulumu sevdim, sen de sev!' ferman buyurur. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm) da onu sever ve diğer meleklere, ‘Allah, falan kulunu sevmiştir, siz de seviniz!' diye nida eder. Göklerdekiler sevince yeryüzünde o kul için bir vüdd/sevgi vaz'edilmiş olur." (Buhârî, bedü'l-halk 6; edeb 41) Hakkında hüsnükabul vaz' edilen, bir şahıs olabileceği gibi, şahıslar ya da bir heyet, bir topluluk da olabilir. Tabiî bu, ayette de ifade edildiği üzere salih amel işlemeye, salaha kilitlenmeye ve Allah'ın rızasından başka bir şey gözetmemeye bağlıdır. Bu ufkun kahramanları için Hakk'ın vaadi tahakkuk eder ve haklarında sevgi vaz' edilir. Bir kere de vaz' edildi mi, Allah'ın izniyle onlara açılmadık hiçbir kapı kalmaz. –Yeter ki, ahde vefada bir kusur gösterilmesin– Bu perspektiften hizmet-i imaniye ve Kur'âniye'deki arkadaşlarınızın baştan bu yana dünyanın değişik yerlerine gittiklerinde karşılaştıkları hüsnükabul ve sevgi de bu hakikatin apaçık bir delili sayılır.

M.Fethullah Gülen Hocaefendinin sunmuş olduğu hizmetlerin ve bu yolda var olanların buluşma alanı.